AKPINAR
NEDEN KÖY ENSTİTÜLERİ?
I. KÖY ENSTİTÜLERİ BİZE ÖZGÜ, AYAĞINI ANADOLU TOPRAĞINA BASAN KURUMLARDI
ABD’li barış gönüllüsü Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri adlı yapıtının girişinde şöyle diyor: “İkinci önemli sonuç, asıl Köy Enstitüleri’nin Pestalozzi, Dewey, Kerschensteiner gibi Batı eğitimcilerinin düşünlerine göre kurulmuş eğitim sistemlerinden alınarak açılmış okullar değil, onlardan (bilinmesi Türkiye için çok önemli olan) bazı temel noktalarda ve ayrıca nitelik ve nicelik bakımından da değişik bir sisteme dayandığıdır. (…) Üçüncü sonuç, Köy Enstitüleri’nin, Batılı eğitimcilerin düşün ve sistemlerinin taklidi olmadığı gibi, şu ya da bu partinin ve şu ya da bu Bakanın keyfine dayalı bir buluş da olmadığıdır. (…) Köy Enstitüleri’nin Türkiye’nin eğitim sorununun doğal ve zorunlu olarak vardığı, uzun aramalar ve deneyler sonunda kolektif çalışmalarla ortaya çıkarılmış bir eser olduğu, onda hiçbir yapaylık ve siyasal çıkar bulunmadığı, incelemede apaçık belirtilmiştir.” (Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, önsöz, s VII.)
Köy Enstitüleri, ülke gerçeklikleri üzerinden hareketle kurulmuş, evrensel bilgi ve deneyimleri halk kültürümüzün gelişmeye ve yenileşmeye açık, çoğulcu, adaletçi, kadın erkek eşitliğine dayanan öğeleriyle bütünleştirip Anadolu’ya bir yeniden doğuş, bir büyük uyanış getirmiş kurumlardı… Köy Enstitüleri, yalnızca birer eğitim kurumları değil, kurucusu Tonguç’un deyimiyle “Köyün Canlandırılması” için açılmış birer aydınlanma ocağı, adalet ve ekmek dağıtmaya çıkmış yurtlardı… Özellikle de Osmanlı çöküş döneminde kapitülasyonlarla emperyalizmin çıkarlarına sunulmuş, yağmalanmış yurt zenginliklerinin yurdumuzda kalabilmesi, halk çoğunluğu için kullanılabilmesi için yol yöntem tartışması yapan kurumlardı. Derebeyi saltanat tarafından geri plana atılmış, görmezden gelinmiş hatta dışlanmış yurt kültürünün yaşatılabilmesi, geliştirilebilmesi için açılmış bir kurtuluş ve aydınlanma yoluydu…
Giriş kısmında Köy Enstitüleri ile ilgili değerlendirmesine yer verdiğimiz Fay Kırby, 1951-1954 yılları arasında Köy Enstitülerini incelemiş ABD’li bir barış gönüllüsü idi. Türkiye’ye, Balkan göçerlerinin buradaki durumunu araştırmak için gelmiş ve Hasanoğlan’da Köy Enstitüleri’ni görünce büyük bir heyecana kapılıp araşıtrma alanını değiştirmek, Köy Enstitüleri üzerine çalışmak istemişti. Kendisini gönderen ABD makamlarının arzusunu kabul etmemesi üzerine de ABD vatandaşlığından ayrılıp Kanada vatandaşlığına geçmiş ve daha sonra da Kanada’da yaşamaya başlamış toplumbilimcimiz Niyazi Berkes ile evlenmişti.
Kırby ve Berkes’in yaşam öyküleri Türkiye Cumhuriyeti eğitim ve kültür politikalarını özetleyen ilginç bir izlence sergilemektedir.
Niyazi Berkes Kıbrıs doğumlu bir bilim adamımızdır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe bölümünü bitirdikten sonra 1932 yılında yeni açılmış Ankara Halkevi’ne kütüphane görevlisi olarak atanmıştır. Daha sonra Halkevi Müdürlüğü’ne atanacak, CHP ve eğitim kurumları içinde önemli görevler üstlenmiş olan Nafi Atuf Kansu ile tanışacaktır. Hem Kansu, hem de o zaman çok çekinilen bir kurum olan İstiklâl Mahkemeleri başkanı Necib Atila ile tanışacak ve bu kişiler tarafından Cumhuriyet’in ideologu olması önerilecektir… Aynı Berkes 1948 yılında köpreliren altından çok sular akmış Türkiye’de istenmeyen adamdır. Düzmece suçlamalarla, yasal yollar kullanılarak Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki çalışmalarına son verilmek istenmiş, bu olası olmayınca da 1948 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nedn özel bir yasa çıkarılarak kürsüsü elinden alınmıştır. Aynı yasayla üniversiteden uzaklaştırılanlar arasında halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ve Behice Boran da vardır.
Berkes’in elinden öğretim görevliliği alınmakla kalınmamış, Türkiye’de kalırsa sonunun Sabahattin Ali gibi olacağı da kulağına fısıldanmıştır. Bunun üzerine Kanada’da yaşamaya başlayan Berkes Fay Kırby ile karşılaşacak ve onunla evlenecektir.
Köy Enstitüleri ve ondan önce yaşama geçirilmiş eğitmenler seferberliği sırasında halk kültürü, evrensel bilgi ve birikimle yoğrulmuştu.
Nüfusunun %80’den fazlası köylerde oturan ve %90’a yakını okur yazar olmayan bir toplumun eğitim ve kültür yönünden donatılabilmesi için alınmış ilk önlem eğitmenlerin yetiştirilmesi olmuştu. Mustafa Kemal’in de önerisiyle askerliklerini çavuş ya da onbaşı olarak tamamlamış köylü yetişkinler kurslardan geçirilip birer eğitmen ve aynı zamanda tarım önderi olarak köylere gönderilmişti.
Eğitmen kursiyerlerin kamuoyunda ilk görünüşü Ankara Halkevi’nde olacaktır. Mahmudiye eğitmen kursunu tamamlamış eğitmenler, 16.11.1936’a getirildikleri Ankara Halkevi’nde Aka Gündüz’ün Yarım Osman adlı oyunu ile kendi tasarladıkları Çoban adlı piyesi oynayacaklardır. “Köy öğretmen namzetleri kendi oyunlarından evvel Akagündüz’ün Yarım Osman isimli iki perdelik bir oyununu oynadılar. Eğer kendi oyunlarını görmeseydim Akagündüz’ün oyununun köy hayatından alınmış iyi yazılmış, iyi oynanmış bir oyun olduğuna hükmedecektim. Akagündüz darılmasın ama, köylü dayılar köy piyesi yazmak ve tertip etmekte kendisini bastırmışlardır. Gördüğüm eserlerle tabiilik ve seyirciyi kavramak hususunda mukayese kabul edecek ne sahne muharriri, ne de aktör tasavvur etmiyorum. Köylüye öğretelim derken onlardan birçok şeyleri öğrenmeye muhtaç olduğumuzu keşfedeceğiz.” (Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi, 18 Kasım 1936, aktaran Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, s 135.)
İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tan;
“Karaağaç Köy Eğitmeni Yetiştirme Kursu Eğitim Şefliğine,
24 Eylül 1937
Kurslarda bulunan eğitmenler tarafından yazılmış güzel yazılar bir araya toplanarak eğitmen kursları için bir (okuma kitabı) bastırılacaktır. Onun için aşağıda saptanan esaslar göz önünde tutularak eğitmenler tarafından muhtelif vesilelerle yazılmış yazıların asılları veya kopyaları toplanarak idaremize gönderilecektir.
Tahrir derslerinde eğitmenler tarafından yazılmış güzel yazılar:
Tasvir mahiyette yazılar, b. Mektup numuneleri, c. Senet ve zabıt varakası örnekleri
Eğitmenler tarafından yazılmış destanlar,
Eğitmenler tarafından oynanan temsillerin aynen tutulmuş zabıtları (Bu piyeslere hariçten hiçbir şey ilave edilmemelidir.) Bu esaslara göre vereceğiniz yazıları 15.10.1937 tarihine kadar göndermenizi önemle dilerim.” (Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü, Ulusal Basımevi, Ankara 1971, s 131.)
Demek ki, köylere eğitim ve kültürü götürecek eğitmenler eğitilirken dışarıdan başka bir şey getirilip dayatılmamış, halkın eğitimi için halk kültürü öğeleri (gereğinde hiçbir şey ilave edilmeden!) derlenip kullanılmış. Bu anlayışla davranıldığında, yapılan işi, “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim çalışmaları üzerine eleştiridler yağdırabilmek için yarışa çıkmış kimi sözde aydınlarımızın ileri sürdüğü gibi, yapılan işin “tepeden inmeci” bir “yaratma” ya da “dayatma” olmadığı, bir tür halk kültürü yenidendoğuşunun hazırlandığını “yenidendoğuş” olduğu açıkça anlaşılacaktır.
Eğitmenler kursları sırasında başlayan bu halk kültürünü temel alma, o kültürü evrensel bilgi ve çağdaş yöntemlerle buluşturma çabası Köy Enstitüleri’nde de sürecektir.
Talim Terbiye Kurulu Üyesi ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü eğitkeni Sabahattin Eyuboğlu, kendisinden enstitüde sahnelenmek üzere tiyatro oyunu isteyen Arifiye Köy Enstitüsü Müdürü Edip Balkır’a köy oyunlarından yararlanmasını salık verir ve ekler… “Yani köy oyunlarının seviyesini yükselteceğiz. Bu ikinci tip faaliyette çocukları icat etmeye, sözleri istedikleri gibi söylemeye davet etmeliyiz.” (Mehmet Başaran, Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri, s 54.)
Kaynak halk kültürüdür; ancak bu kültür bir yenidendoğuşa uğratılacak ve bir belletme, yinelemeden hep kaçınılacaktır. “Çocuklar icat etmeye” davet edilecektir.
Tonguç, bir halk devrimcisidir; çağının köylücü-devrimci kökenli düşüncesinin Anadolu toprağına uzanmış bir açılımı gibidir…
“Tarihi olayların mahiyeti ne olursa olsun, geçmişin tasasına kapılmaksızın gerçeğin isteklerine uymak lâzımdır. İmparatorluğun yıkıntısı üzerine kurulan Cumhuriyeti, sağlam temele oturtmak için köye dönmek, köy kaynağından kuvvet almak, köydeki değerleri fışkırtmak gerektir. Cumhuriyet, toprağa ve toprak insanına dayanan, modern tekniği onların da malı haline getiren bir medeniyet yaratabilmelidir. Ulusun ortak değerlerinden başka bir şey olmayan köy kültürünü bütün vatandaşların içlerine sindirebilmelidir. İnsanın insanı sömürmesine asla müsaade etmemelidir, bütün insanlarımızı, yeni medeniyet vasıtalarından faydalanarak tabiatı istismara sevkedebilmelidir. Köy Enstitülerimiz bu ilkelere inanan, bunları gerçekleştirmek isteyen, bu uğurda canla başla çalışacak olan nesilleri yetiştirmeye savaşan kurumlardır.” (İsmail Hakkı Tonguç, Kitaplaşmamış Yazılar, 2. Cilt, s 164.)
II. KÖY ENSTİTÜLERİNDE, ÖĞRETME, BELLETME DEĞİL, ÖZGÜR ARAŞTIRMA ve ELEŞTİREL YÖNTEMLER ÖNDE TUTULMAKTAYDI
“Kültür derslerinin işleniş şekline başlangıçta bir türlü alışamadık. Öğretmenler bizi gruplara ayırarak çalıştırıyorlardı. Her nedense, konular bu gruplara dağıtılmıştı. Bir gruba verilen konuya diğer gruplar da çalışmaya mecburdu. Bize, ‘dersleri artık öğretmen değil kendiniz anlatacaksınız’ dediler. Biz hayret etmiştik. ‘Hiç diyorduk, öğretmen dururken talebe ders anlatır mı?’” (Köy Enstitülü bir öğretmenin anılarından, anan İ. Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, s 625.)
Köy Enstitüleri’nde günde bir saat “serbest okuma” dersi konmuştur. Bu saatte dünya klasikleri öğrenciler tarafından okunmakta, belli aralıklarla yapılan toplantılarda da kitaplar üzerinde tartışma yapılmaktadır. Yüksek Köy Enstitüsü’nde serbest ve tartışmalı okumalardan başka “yazma ve deneme” dersleri bulunmaktadır. Yüksek Köy Ensitüsü üç ayda bir Köy Ensitüsü Dergisi çıkarmakta, bunların dışında çeşitli broşürler yayınlamaktadır. Yayınlanan broşürler arasında “İpekçilik”, “Halk Öyküleri Toplama Yöntemi” gibi yapıtlar vardır.
Derslerin %50’si kültür, %25’i tarım ve uygulama, %25’i ise teknik çalışma şeklinde gruplandırılmıştır. Eğitim süresi beş yıl olan köy enstitülerinde 114 hafta kültür, fen ve öğretmenlik derslerine ayrılmışken 58 hafta ziraat, 58 hafta da teknik ders ve çalışmalarına ayrılmıştır. Ziraat ve teknik eğitime ayrılmış süre kuramsal eğitim süresinden fazladır… Hem enstitülerde, hem köy okullarıda ve köylerde kooperatifler kurulmakta, kooperatifçilik köy öğretmeninin ana işlevlerinden biri olarak görülmektedir.
Öğrenciler yönetime katılmakta, küme başkanı, okul öğrenci başkanı, eğitsel kol başkanları seçimi yapılmaktadır.
“İnceleme araştırma sonuçlarına göre yirmi bölgeye ayrılan ülkede, o bölgelerin üretim yaşamını canlandırıcı eğitim imeceleri kurulmaya başlandı. Öğrencilikle-işçiliği birleştirerek, kırsal kesimden gelmiş bin kişiyi ürettikleriyle yaşatan, her yönden gelişmelerini sağlayan, sağlıklı yaşam birimleriydi bunlar. ‘Enstitüler, içinde yaşayanların ortam malları ve ortaklaşa yönettikleri yıkılmaz kurumlar durumuna gelmeli’ diyordu Tonguç.
Üretici güçlerin kendilerini yenileyerek canlanması, örgütlenmesi, yaşamlarına çağdaş boyutlar kazandırmalarıydı bu. Yöneticileri, Ustaöğreticileri, Eğitimbaşıları, Sanatbaşıları, Kümebaşıları vb… ile sömürüyü ahlakdışı sayan, yepyeni bir toplum. Herkesi yeteneğine göre işe yaratan, yapıcı, yaratıcı duruma getiren, çalışmaları yarışmaya değil, dayanışmaya dönüştüren coşkulu bir yaşam. Çalışma izlencelerini kendisi saptayan, doğanın üstünde titreyerek, onun güzelliklerine güzellik katarak ‘katkıda bulunduğu oranda almanın, topluma yararlı olamnın mutluluğunu duyan’ bir topluluk.
Tabandan fışkıran gerçek bir demokrasi…” (Mehmet Başaran, Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, s 16-17.)
Tonguç’un eğitim ve kültür çalışmalarındaki ilkelerinin kaynağı “memleket gerçekleri” ve “bilimsel esaslar”dır. “Bilimsel esaslara ve memleket gerçeklerine dayanılmazsa ana ilkeleri bulup çıkarmak hakikaten pek zordur.” (İ. Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, s. 418). 13 Şubat 1945 günü Hasanoğlan’da yenen toplu bir akşam yemeğinde Tonguç’un yaptığı bir konuşmadan Ferit Bayır şu notu almış: “Bu çocukları köyden gelirken varolan, kazanılmış karakterleriyle toplumun bünyesine yerleştirmek asıldır.” (Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü, s 190-191, aktaran Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 423.)
Eğitmenler kurslarından başlayarak kız öğrencilere ayrı bir önem ve değer verilmiştir. Enstitülere gönderilmiş 1.9.1942 tarihli bir genelgeyle, kız öğrencilere erkeklerden ayrı olarak ve nöbetleri dışında sofra hizmeti gösterilmemesi veya öğretmenlerin şahsi hizmetlerinin gösterilmemesi istenmiştir (İsmail Hakkı Tonguç, Kitaplaşmamış Yazılar, Birinci Cilt, s 191.)
III. KÖY ENSTİTÜLERİ ANADOLU KIRSALINI BUGÜN DE SOYUP SÖMÜREN, GERİ BIRAKAN AŞİRET YAPISINA, TEFECİ-BEZİRGÂN İLİŞKİLERE, TOPRAK AĞALIĞINA KARŞIYDI
Köy Enstitüleri, yalnızca bir eğitim ve kültür kurumu değil, Anadolu kırsalındaki tarım, bayındırlık, sağlık gibi birçok alanlardaki sorunları çözecek bir değişim, kalkınma, donanım kurumları olarak düşünülmüştü.
Köy Enstitüleri üretici ve tüketici örgütlenmesini sağlayan kooperatifçiliğin de eğitim ve deneyim yeri olarak yaşama geçirilmeye çalışılmıştı.
IV. KÖY ENSTİTÜLERİ ŞÖVEN VE SALDIRGAN BİR ANLAYIŞI DEĞİL, BARIŞÇI VE İNSANCIL İLKELERİ SAVUNUYORDU,
Fay Kırby, Köy Enstitüleri için “Kemalizmin tam da kendisi” tanımını kullanmaktadır. Bu kanıya varırken 1930’lu, 40’lı yıllardaki Türkçü grupların Mustafa Kemal’e ve Köy Enstitüleri’ne eleştirilerinden yola çıkar. “En aşırı anti-Kemalist’lerin, örneğin Nihal Atsız gibi düşünenlerin, bir an duraksamadan vardıkları yargı, Köy Enstitüleri’nin Kemalizm’in ta kendisi olduğudur. Onların olumsuz anlamda vardıkları bu yargının, olumlu anlamda doğru olduğu kuşkusuzdur. Köy Enstitüleri’nin Kemalizm ilkelerini etik, toplumsal ve manevi değerler bakımından nasıl somutlaştırdığını…” (Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, s 270.)
Köy Enstitüleri’ni kuran ve yaşatan düşünce Mustafa Kemal’in barışçı ve insancıl bakış açısını çok iyi kavramıştır. Tarih kitapları üzerinden hareketle Cumhuriyet kültür ve eğitim politikaları üzerine bir çalışma yapmış Fransız tarihçi Etienne Copeaux, Kemalist anlayışla yazılmış tarih kitapları için “darbeci” tanımını yapmış olsa da araştırmasında kendi tanımlamasını çürüten bulgulara yer vermek zorunda kalmıştır. Copeaux’un Türkiye ve Türk kimliği karşısındaki duruşu, Şark ve Türk’ü “aşağı” görme alışkanlığı satır aralarına gizlenmiş gibidir. “Aralık 1912’deki Londra Konferansı Türklerin Avrupa’dan neredeyse tamamen atılmalarını onayladı” (agy, s 38), “1914’te, Osmanlılar neredeyse tamamen Avrupa’dan püskürtülmüşken…” (agy, s 45)”, “Balkanlar’daki Osmanlı varlığının olağandan uzun sürmesi” (agy, s 326.)
1931 ile 1994 tarihleri arasında bu incelemede şöven ve “hegamonik” anlayışın en az olduğu dönem kuruluştan 1976’ya kadar geçen dönemdir. 1931 yılı yazılmış tarih kitapları Copeaux tarafından “sürpriz” bir şekilde “diğer gelişmelere kapalı” bulunmamış, tüm kitaplar içinde Türk Tarihi’ne ayrılmış kısım yedide bir dolayında olmuştur (Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezi’ne, s. 118). Copeaux’ya göre tarih kitabı yazarlarının Kemalist ideolojiye karşı “hatırı sayılır bir direnişi” (agy, s 114) söz konusudur. Copeaux’un bilmezden geldiği gerçeklik, tarih kitaplarının doğrudan doğruya “Kemalist tarih tezi”nin kurucusu sayılabilecek Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeleri tarafından bölüşülerek yazıldığıdır: “Cemiyetin çalışmaları bu sıralarda, orta öğretim için tarih kitapları hazırlama ve ‘Türk Tarihinin Ana Hatları’ adlı kapsamlı bir eser yazma konuları üzerinde yoğunlaşmıştır.(…) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Darülfünun hocalarından, dört ciltlik ‘Tarih’ kitapları hakkında yazılı değerlendirmelerini istemiştir. Onların değerlendirmeleri 29 Mayıs 1932’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne ulaşmış, bunlar üyelerce okunmuş ve kongrede yanıtlanması kararlaştırılmıştır. Darülfünun müderrislerinin ve muallimlerinin önceden yazdıkları raporları sistematik bir tarzda açıklamaları ve cemiyet azalarının bunları yanıtlamaları tasarlanmıştır (Maarif Vekâleti, Tarih Müderrisleri ve Muallimleri İçtimaı, Ankara, Broşür 1932, s 4) Bu kararın nedeni, Darülfünun hocalarının genellikle Kemal Atatürk’ün irşadıyla hazırlanan ‘Tarih’ kitapları hakkında pek de olumlu görüş beyan etmemeleridir.” (Doç. Dr. Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, s 287, 288.)
Bu ne mene Kemalist “darbe” ise, “darbenin yöneticileri” aynı zamanda kendi tezlerine karşı direniş içindedirler… Aynı zamanda 21 Nisan 1924 tarihinde tam 8 yıl önce yönetsel ve parasal özerklik verdikleri Darülfünun hocalarıyla eleştirilere yanıt vererek cebelleşmektedirler.
“Halil Berktay, Fuad Köprülü’nün, Lucien Febre,Marc Bloch’un 1929’da Fransa’da başlattıkları Annales Ekolü tarih anlayışına mensup olduğunu, dolayısıyla Türk Tarih Tezi’ne yönelttiği eleştirilerin Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti içindeki yöntem ve yaklaşım farklılıklarını yansıttığını belirtir. Berktay’a göre, Atatürk’ün sofrasında bile Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyesi Orkun’un Türk Tarih Tezi’nin bazı yönlerini eleştirmesi, TTC’ca temsil edilen ‘milli tez’in demokratik bir ortamda oluştuğunu gösterir. (…) Keza, Z. V. Togan’ın Birinci Türk Tarih Kongresi’nde uzun eleştirilerde bulunması buna başka bir örnektir. 1933 Üniversite Reformu sırasında kadro dışında kalan bazı tarihçiler (Ali Muzaffer Göker, Yusuf Behçet Gücer, Ahmet Ağaoğlu, Hamit Sadi Selen, Ahmet Reşit Altınay) Tark Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeliğine kabul edilmiştir.” (Berktay ve Şakiroğlu’dan aktaran Doç. Dr. Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, s 301.) “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım” diyerek merkezi hükümete kafa tutmuş Darülfünun’un Üniversite’de görev verilmemiş tarihçilerin bile ortak edildikleri tarih tezi çalışmaları Copeaux tarafından “darbecilik” olarak değerlendirilmektedir.
“Darbecilik” damgası 21. yüzyıl Türkiyesi’nde de oldukça yaygın bir kullanım alanı bulacaktır.
Hasan Âli Yücel’in “Maarif Vekili” olduğu, Sabahattin Eyüboğlu’nun da yazar ve “maarif müfettişi” olarak katıldığı 1943 ve 1946 Milli Eğitim Şuraları’nın ürünü olan “Hümanist” anlayışlı tarih kitaplarında, Klasik Antikçağ’a ayrılan kısım Türk tarihinin on, İslâm tarihinin üç katı olacaktır. 1976 yılında İbrahim Kafesoğlu’nun yazarı olduğu ve “Türk-İslâm sentezci” içerik taşıyan tarih kitaplarına önsöz yazan zamanın Talim Terbiye Kurulu Başkanı Rıza Kardaş, daha önceki tarih kitaplarını “milli hüviyet”te bulmayacak, “ilmi muhtevası nispetinde bugünkü Türkiye’den daha küçük bir Türkiye’ye rıza göstermeyen bir anlayış ve anlatış bütünlüğü içinde, (…) eğitimimizi ‘milli’ hüviyetine kavuşturmak ve muhtevasını da kendi maksadıyla tertiplemiş bulunmakta” olduklarını söyleyecektir (Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezi’ne, s 118.) Bu kitaplarda toplam 500 sayfadan 300’den fazlası Türk tarihine ayrılmıştır. 1994’ten sonra terazi İslâm tarihinden yana kayacaktır. 1976 ile 1994 tarihleri arasında klasik İslâm tarihinin diğer iki geçmişe oranla (1931 ve sonraki ‘hümanist’ dönem) azalmış olmasının nedeni de laik bir anlayışın yayılmasından kaynaklanmamaktadır. “Görüntülerin aldatıcılığına karşın, söylemde asıl gerileyen laikliktir” (Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezi’ne, s 119.)
NEDEN YENİ KUŞAK?
Köy Enstitüleri’nin kurulduğu ve yaşama geçtiği 1930’lu yılların Türkiyesi ile günümüz Türkiyesi birbirinden çok farklıdır. O dönem Türkiye nüfusunun %80’e yakını köylerde yaşamaktadır; köylü, dönem koşulları ve döneme damgasını vuran düşünceler gereği ülkenin ekonomik ve kültürel yaşamına katılması gereken bir çoğunluktur. Kimilerine göre kurtarılması, elinden tutulması gereken bir kitle, kimilerine göreyse ülkeyi aydınlığa çıkaracak halk kültürünü yaşatan ve geleneklerimizi sımsıcak taşıyan bir devrimci kaynaktır.
Bugünse nüfusumuzun büyük çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır. 1950’lerde başlayıp 1960’tan sonra hızlanan, 1980 sonrasının ekonomik politikaları ile de bir tersine dönüşü andıran göçlerle köylü nüfusumuz kentleri çevreleyen varoşlara taşınmış, buralarda yeni bir toplumsal varlık olarak kültürel varlığımızın çok önemli bir öğesini oluşturmuştur. Büyük şehirler çevresinde yaşayan on milyonlarca insanımız büyük bir kültür kırılmasına uğramış bulunmaktadır. İletişim çağının, özellikle de televizyonların, tüketim toplumunun ve özellikle de politik çalışmaların hedef alanıdır… Ülkemiz üzerinde geliştirilen birçok politik sembol, simge, bu alanda sınanmakta, benimsetilmekte, buradan hareketle kırsal alanlara doğru gönderilmektedir.
Tüm dünyada edebiyat ve kültürümüzü “temsil” hakkını Nobel gibi kocaman bir ödülle kazanmış Orhan Pamuk, “İstanbul /Hatıralar ve Şehir” adlı yapıtında İstanbul’da tanığı olduğu değişik kültür grupları ve zümrelere ait düşüncelerini açıklarken Batılılaşma yanlılarının düşman gözüyle gördükleri bir kesimden söz eder… “Bizler kaybetmekte olduğumuz mallarımızı, mülklerimizi, ayrıcalık ve rahatlıklarımızı Batılılaşmış olduğumuz için hak ediyorsak pek çok manevi konuda (o zamanlar ne Mevlana’dan, ne tasavvufun inceliklerinden, ne de büyük Fars kültüründen haberdardım) şoförler ve aşçılar gibi düşünen ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapan bazı solcuların ‘hacıağa’ dediği bu kişilerin zenginliği nasıl açıklanacaktı? (…) Yavaş yavaş din yerine, onunla sanıldığından çok daha az bir ilişkisi olan siyasal İslâm’ın ve askeri darbelerin dünyasına girip bu kitabın ahengini bozmaktan korkuyorum.” (Orhan Pamuk, İstanbul/ Şehir ve Hatıralar, s 175.)
Yaptığımız alıntıda sözü geçen “siyasal İslâm”ın dinle ve yazarımız Orhan Pamuk’la ilişkisinin arka planını şimdilik bir yana bırakalım. Orhan Pamuk için, devlet güçleri dışında, İstanbul’da ve elbette ki onun bilebildiği ülkemiz sınırları içinde, aralarında yetiştiği Batılılaşma özleminde bir kesim vardır, bir de, hep dışlanmış, uzağında kalınmış, geleneksel ve inanç öncelikli yaşam tarzını sürdüren diğer kesim…
Orhan Pamuk’un “İstanbul/Şehir ve Hatıralar” yapıtında özel vurgu yapılmış “Batılılaşmacı seçkin yönetici – aşağılanan ve yönlendirilen halk” imgesel ikilemini paylaşan başka yazarlarımız, düşünürlerimiz de vardı. Köy Enstitülerini “faşist bir müessese” olarak niteleyen köşe yazarımız Engin Ardıç da kimi günlük yazılarında ondan esin almış olmalıdır: “1950 yılında iktidara gelecek olan Anadolu eşrafı ve tüccar da "mütegallibe" diye hor görülmekte ve aşağılanmaktadır öte yandan... Varsa yoksa bürokrasi üstün ve hakim olacaktır.” (Engin Ardıç, 19 Eylül 2007, Akşam Gazetesi.)
Engin Ardıç’ın esin kaynağı olarak gösterdiği Asım Karaömerlioğlu’nun “Orada Bir Köy Var Uzakta” adlı yapıtında bu imgesel kurulumla sıkça karşılaşırız.
BAYRAM DEĞİL SEYRAN DEĞİL,
ENİŞTEM BENİ NİYE ÖPTÜ?
Günümüzde dünya politikalarının, savaşların ve birçot kültürel tartışmanın temelinde yeryüzünün hammadde kaynaklarını ve tüketim pazarlarını ele geçrme kavgasının yer aldığını biliyoruz. ABD, Irak’ı “kitle imha silahları bulundurduğu” için tankıyla topuyla işgal etti. Yüzbinlerce insan öldü, milyonlarcası göç etmek zorunda kaldı… Çocukların üzerine bomba ve kurşun yağdırıldı, yaşlı insanlar ilaçsızlığa, açlığa mahkum edildi.
Tam ABD’nin Ortadoğu politikalarında uçakgemilerine doldurulmuş deniz erleri karaya çıkarılmaya, hazırlanırken, ülkeler zorba, despot ve açgözlü liderler kullanılarak birbirlerine düşürülürken, Türkiye’de de Cumhuriyet kuruluş yıllarını yargılayan, dönem ruhunu “tepeden inmecilikle”, “darbecilikle” suçlayan kitaplar, makaleler yayınlanmaya başlandı.
Türkiye’de “Kemalizm-ulusalcılık-milliyetçilik” tartışmalarının alevlendiği yılların, ABD’nin Ortadoğu işgal savaşları öncesi ve günceline düşüyor olması, Andre Breton’un “nesnel rastlantı” terimini anımsatır!
Beyaz Saray Güvenlik Danışmanı Brzezinski, Temmuz 1979’da Time Dergisi’ndeki bir söyleşide şu soruyu soruyordu: “Sorun çok önemlidir. Türkiye, Atatürk’ün çizgisinden mi gidecek, yani Batılılaşmaya devam mı edecek, yoksa Ortadoğu’ya geri mi dönecek?” (aktaran Atilla İlhan, Hangi Atatürk, s 357.)
Brzezinski’nin soruyu sorduğu tarih, 1979 yılı, aynı zamanda İran İslam Devrimi gerçekleşme tarihidir… Bu “devrim”, ABD için bir uyarı da olacaktır. “İslam”, bir Şark ülkesi tarafından kendisine karşı kullanılabilen bir devlet ideolojisi de olabilmektedir...
1980’lerden itibaren ABD’nin Ön Asya ve Orta Doğu politikalarında İslâmî söylem belirgin bir şekilde öne çıkmaya başlamıştır. ABD’nin önderliğindeki, tüm “Batı” dünyası, Sovyetler’i kuşatmak ve bölgeyi kendi İslami kollarıyla kontrol altında tutabilmek için özel bir İslam oluşturma politikasına daha da hız verecektir. O güne kadar İsrail ve Türkiye bölgedeki diğer ülkelerden farklı bir biçimde “Kemalist Türkiye”, “Amerikan güvenlik sisteminin Güneydoğu’daki kalesi” (ABD Dışişleri Bakanı Vance’ın aynı döneme denk düşen açıklaması) değerlendiriliyor görülürken, 80’lerden sonra Türkiye üzerinde başka bir politikanın adım adım uygulamaya konulduğu gözlenir.
Aslında ABD, Türkiye üzerindeki etkinliğinin hızla arttığı II. Dünya Savaşı sonrası yıllardan başlayarak bir yandan “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, “İlim Yayma Cemiyetleri”, “Türk Ocakları” gibi örgütleri el altından destekleyerek, bunlar aracılığıyla dolaylı bir “İslami söylem” politikasını yürütmektedir. Bir yandan da Sovyetler’e ve yurt içinde başlamış sol hareketlere karşı “Anti-terör” amaçlı “Gladyo” ya da “Kontrgerilla” çalışmaları sürdürülmektedir. Aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu birçok subay ABD’de kurs ve eğitim çalışmalarına katılmaktadırlar.
ABDli araştırmacı Joan Didion’un Varlık Dergisi’nin Nisan 2003’te çevirisi yayınlanan “Sabit Fikirler ya da Tarihin Dönüm Noktası” başlıklı yazısı Doğu toplumunda yükselen “radikal İslamcılık” ile emperyalizm arasındaki ilişkileri bir kez daha göz önüne sermektedir. “1980'lerin başlarında, Washington'da gerçekleşen Muhafazakâr Siyasal Eylem konferansının 'Sovyet İmparatorluğu'nu Geri Püskürtmek' konulu bir oturumuna katılmıştım. O günkü konuşmacılardan biri olan Jack Wheeler adında bir tür maceracı-ideolog, Mücahitler denilen Afgan özgürlük savaşçılarının yanından yeni dönmüş olduğundan bahsedip duruyordu. 'Bir İslâmi dirilişi başlatmak için' Sovyetler Birliği'ne gizlice Kuran nüshalarının sokularak (Sovyetlerin) 'bin yerinden kesilerek öldürülmesini önerince ayakta alkış aldığını anımsıyorum” (Joan DIDION, "Sabit Fikirler ya da Tarihin Dönüm Noktası" başlıklı yazı, Varlık, Nisan 2003.)
ABD’nin İslâm dini ve dinin günlük yaşamda egemenliği üzerine yaptığı çalışmalar İslâm dünyası aydınları tarafından da açıkça gözlenebilmektedir. İran İslâm Devrimi yönetiminin öldürme tehditleri altında yaşamakta olan Amir Taheri’nin söyledikleri çok anlamlıdır: “İlginç olan şey, bazı Batılı aydınların biz Müslümanların zamanda geriye gitmemiz, köklerimize inmemiz ve gelenekleri elden bırakmamamız gerektiğini düşünmeleri ve bizim genç insanlarımızın da bu ithal ‘kaynağa dönüş’ fikrinden oldukça etkilenmeleridir. Niçin Batı kendi kaynaklarına, bu kaynaklar her neyseler, dönmüyor?” (Amir Taheri’den aktaran Mustafa Yıldırım, sivil örünceğin ağında, s 437.)
Taheri kardeşimizin ayrımında olmadığı şey, ABD Başkanı’na direk bağlı ACRFA (Advisory Committee on Religious Freedom Abroad / Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi) aracılığıyla Batı’da da benzeri çalışmaların yapılmakta olduğu, ancak geçirilmiş bir “Rönesans-Reform-Serbest Rekabetçi Kapitalizm” çağının insan zihniyetleri, algılama mekanizmaları üzerinde yaratmış olduğu değişimin birden yıkılamadığıdır.
Edward Said, Şarkiyatçılık çalışmaları ile “Doğu, yeni metinler, yeni fikirlir çerçevesinde bu yapılara uyarlanmıştır” diyor (Şarkiyatçılık, s 132.) Sormak gerekiyor; bugün ABD’de onlarca Ortadoğu Enstitüsü varken, yüzbinlerce ABD’li askerin tankıyla topuyla gelip bastığı, binlerce ABDli ajanın cirit attığı Ortadoğu ülkelerinde neden bir tek ABD Enstitüsü yok diye…
CIA ile ilişkili olduğu bilinen Georgetown Üniversitesi’ndeki “Turkish Studies” bölümü, ABD hükümetinin “Dış Ülkeler Din Hürriyeti Danışma Komitesi”, ACRFA’ya Türkiye’ye yönelik politikalarda yol gösteriyor olmalıdır. Erbakan ve Fethullah Gülen’le ilgili geniş programlar yapmış bu bölümün yakın yıllara kadar başında bulunan kişi, şu anda Sabancı Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir. İstanbuldaki büyük özel üniversitelerin ve vakıf üniversitelerinin kadro ve koridorlarında bir ayağı ABD, bir ayağı büyük finans şirketlerinin yüksek ücretli temsilciği, bir ayağı televizyon kanallarında “sivil demokrasi” dersleri veren bu tür öğretim görevlileri cirit atmaktadırlar.
1990 başlarında, Sovyetler’in çöküşüyle birlikte Gülen okullarının “Türkî-Müslüman” Asya ülkelerindeki dinsel temelli eğitim çalışmalarının atağa geçtiği görülecektir. Türkiye içinde de arka arkaya konferanslar düzenlenmekte, din esasına dayalı yeni bir “kimlik-kültür” kurulumu dile getirilmektedir. “Berlin duvarının yıkılmasının ardından Fethullah Gülen’in gönderdiği 11 kişi, 11 Ocak 1990’da Sarp kapısından Gürcistan’a ve oradan Bakü’ye geçecek, 28 Mayıs 1990’da da 37 kişilik bir işadamı grubu, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Tacikistan’a gidecek, Gülen’in kaset ve kitaplarını armağan olarak dağıtıcaklardır. Bunu Paul Henze’nin içerisinde yer aldığı bir heyetin Orta Asya cumhuriyetlerine gezisi (27 Mayıs-4 Haziran 1992) izleyecektir.” (Uğur Mumcu, Henze’nin İşi, Cumhuriyet, 17 Mayıs 1992, aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Küreselleşme ve Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, s 41.)
ABD emperyalizminin darbe, suikast, karışıklık, bombalama örgütü CIA’in kimi görevlerini devralmak için 1983 sonrası ABD kongresi kararıyla kurulmuş NED (National Endowment for Democracy) örgütü aracılığıyla tüm dünyaya “demokrasi ihracı” işlemi çerçevesinde Türkiye’de Türk-İslâm sentezcisi örgüt ve yığınlara para aktarılmaya başlanmıştır. Para alanlar arasında, İlim Yayma Cemiyeti ile Aydınlar Ocağı üyelerinin ve CİA Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin de yazı yazdığı, Prof. Dr. Aydın Yalçın tarafından yönetilen “Yeni Forum” dergisi de vardır. Yeni Forum’un NED’den aldığı 50.000 ABD Doları’nın izi Uğur Mumcu tarafından bulunmuş, aynı tarihlerde bir açıklama yapan Aydın Yalçın da bunun gizlenecek bir yanı olmadığını söylemiştir. “Yeni Forum’un Türkiye’de totaliter rejimlere karşı ve demokrasinin yerleşmesiyle ilgili mücadeleye 35 yıldır sürdürdüğü katkıları desteklemek amacı güden bir bu yardımın gizli kapaklı hiçbir yanı yoktur.” (aktaran Mustafa Yıldırım, sivil örümceğin ağında, s 77.)
12 Eylül sonrası Türkiye kültür ve eğitim politikalarına Devlet Planlama Teşkilatı kararı ve önerisi ile yön vermek üzere oluşmuş Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’nun Türk-İslâm sentezcisi yöneticilerinin “özel sohbetlerde Kemalizmden kurtulabilseler mutlu olacaklarını” söylemeleri (Etiene Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, s 88-89) süreç içinde birçok siyasi liderin ağzında açıktan Kemalizm karşıtlığına dönüşecektir. Bu kurumun yöneticileri Aydınlar Ocağı üyeleri, Türkiye Gazetesi ve Yeni Forum dergisi yazarlarıdır…
CİA Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin çalışmalarında ve söyleminde de Atatürk’ün laiklik ilkesinin eskidiği, ulus devletlerin çözümsüz olduğu, Türkiye için coğrafi bir federasyonun gerekliliği, Türkiye’nin Türk ve İslam kimliğini kullanarak Orta Asya’ya doğru bölgesel güç olarak nüfuzunu genişletebileceği gibi öğeler öne çıkmaktadır. (Paul B. Henze, “Türkiye 21. Yüzyıla Doğru”, Graham E. Fuller, “Türkiye’nin Yeni Doğu Oryantasyonu”, Westview Press/ A Rand Study, Boulder, San Fransisko, Oxford, 1993, aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Küreselleşme ve Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, s 20.)
ABD’nin CIA koşutu çalışan “demokrasi ihraççı” örgütü NED’in, ABDli milyarder Saros’un ara örgütler ve aşamalar kullanarak ya da açıktan destek verdikleri TOSAV, TASEV, TESEV gibi örgütler, yaptıkları toplantılar, destekledikleri yayınlar ve aydınlar aracılığıyla Kemalizm ve ulusalcı düşünceyi düşün yaşamının ana sorunsalları durumuna getirmeyi başaracaklardır… Bir ucu direk ABD Başkanı’na bağlı Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi (ACRFA) bir ucu Türkiye’deki Amerikan istihbaratçısı NGA, Türkçesi STK (Sivil Toplum Kuruluşları) olan örgütler aracılığıyla ülke kültürel yaşamı yönlendirilmeye başlanacaktır. Adı geçen vakıf ve diğer örgütlerin düzenlediği toplantılarda aralarında hem SHP ve DSP’li, hem MHPli politikacıların bulunduğu çok değişik kesimlerden politik adlar, bakan düzeyinde yöneticiler de yer alacaklardır.
Günümüz Türkiyesi’nde, “Kemalizm”, demokrasi karşıtı bir kavram olarak anılmaya başlanmıştır. Çok geçmeden, “ulusalcılık” kavramı da bir “ötekileştirme” programının hedefi olacak ve böylesi bir dünya görüşüne sahip olan kişi ve kuruluşlar “potansiyel suçlu” durumuna getirileceklerdir. Stratejik Araştırmalar Vakfı tarafından başlatılan, CİA eski istasyon şeflerinden Graham Edmund Fuller’in konuşmacı olarak katıldığı “Kimlik ve Demokrasi” başlıklı konferans, bu bakış açısı için önemli bir hareket noktası gibidir.
“Soros Vakfı Şebekesi” 2003 raporunda Aydın Doğan Vakfı ile birlikte Türkiye Uluslararası Basın Enstitüsü’nün başlatmış olduğu yeni bir gazetecilik eğitim programının desteklendiği notu yer alacaktır. Aydın Doğan, Türkiye kültür ve edebiyat ortamının yönlendirilmesinde en çok sözü geçen bir holdingin de başındadır…
“Kemalizm karşıtlığı” ve “din hürriyeti”, “sivil demokrasi” isteyen birçok konuşmacının söyleminde yan yana gelen öğeler olacaktır.
Cumhuriyet’in sembol ve simgelerinin karşısına İslâmi değerlerin çıkarılması ve günlük yaşamda şimdilik ve en azından bir tür “ikibaşlılık” yaratılması bu politikanın ana hedefleri arasındadır. 1989 yılında kutlanmaya başlayan “Kutlu Doğum Haftası”, 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nın karşısına bir seçenek gibi konmuş ve her geçen yıl artan bir yoğunlukla tarikat ve dini örgütler tarafından kutlanan hafta giderek devletin resmi kutlama programları arasına girmiştir. İslami inanç gereği kutlanan diğer bayram ve günler, Kameri-Hicri takvime göre izlenir ve Miladi takvim içinde yer değiştirirken, “Kutlu Doğum Haftası”nın Miladi takvime göre kutlanıp 23 Nisan ile aynı haftaya denk getiriliyor olması olayın arkasındaki niyeti açıkça belli etmektedir.
1990’ların başında Anadolu coğrafyası da çok önemli siyasi olayları da yaşamaya başlamıştır. CİA ve NED çalışmaları iç içe yürütülüyor olmalıdır…
18 Ocak 1993 tarihinde İncirlik’ten havalanan “Çekiç Güç”e ait ABD uçakları komşu Irak’taki stratejik noktaları vuruyor, bu arada aynı uçaklardan Kuzey Irak’taki PKK güçlerine lojistik destek sağlandığı söyleniyordu. Bölgede arka arkaya PKK kampları oluşturulmaktadır. Cudi Dağı’na Çekiç Güç uçaklarından yanlışlıkla atılan önemli destek malzemesi Türkiye kamouoyunun uzun süre gündeminde kalacaktır.
Uğur Mumcu, 19 Ocak 1993 tarihli köşe yazısında Çekiç Güç’ü eleştiriyor, 24 Ocak tarihinde otomobiline konan bombayla havaya uçuruluyordu. Mumcu’nun 22 Ocak 2004 tarihli yazısında da aralarında CHP Genel Sekreteri Ertuğrul Günay’ın da bulunduğu bir grup tarafından hazırlanan ve Meclis’ten geçirilmeye çalışılan imam hatiplilerin harp okullarına girmesini sağlayacak yasa eleştirilmektedir (Uğur Mumcu, “İmam-Subay”, Cumhuriyet, 22 Ocak 1993 ve Bütün Yazıları, s 40.) Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle, yasa tasarısı rafa kaldırılacaktır.
Mumcu’nun ölümünden sonra yapılan tartışmalarda, İran’ın sorumlu tutulmaya çalışılmasının, olayın arkasındaki başka güçleri perdeleme amacı güttüğü savlanacaktır. Soruşturmayı yürüten savcı, cinayetin sorumlularının ancak kararlı bir devlet mekanizması tarafından bulunabileceğini söyleyecektir… Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bir önceki istihbarat başkanı Mustafa Yiğit, Mumcu suikasti için CİA ve MOSSAD’dan yardım istenmiş olmasını büyük bir hata olarak niteleyecektir. Bu çok önemli öldürümün üzerinden on beş yıl geçmiş olmasına karşın olay tamamen aydınlatılamamıştır. Mumcu cinayetinde CİA ve MOSSAD parmağına işaret eden 1994 tarihli MİT raporu olaydan ancak 15 yıl sonra, Ergenekon soruşturması belgeleri içinde açıklanacaktır. Bu raporun daha sonraki bir MİT açıklaması ile “sahte” olarak değerlendirilmiş olması da ilginçtir. Ergenekon İddianemesi bu türden çelişkili bilgi ve belgelerle yüklüdür.
17 Şubat 1993 tarihinde ABD’nin Orta Doğu ve Irak politikalarına açıkça karşı koyan ve daha önce bindiği helikopteri ABD jetleri tarafından inişe zorlanan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa uçağının düşmesi üzerine şehit olacaktır. Uçağın düşüş nedeni olarak gösterilen “buzlanma” tanısına yapımcı firma “olanaksız” diyerek karşı çıkacaktır.
ABD’nin Körfez ve Orta Doğu politikalarına onay vermeyen ve Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurma girişimlerine karşı olduğunu açıklayan, bölgeye askeri operasyonlar düzenleyen bir politikanın egemen olduğu Türkiye, 2 Temmuz 1993’te Sivas kırımını, arkasından Gazi olaylarını yaşayacaktır.
Politika ve toplumsal yapıdan kültür ve edebiyata doğru…
“Tarihin Dönüm Noktası”, yalnızca ABDli “dostlarımızın” değil, kendi aydınlarımızın ve “demokratlarımız”ın dönüm noktasını işaret etmektedir. Bu tarihsel dönüşüm içerisinde, 90’lı yılların sonları, 12 Eylül 1980 öncesinin gözdesi toplumcu-gerçekçi edebiyat çizgisine karşı cephelerin oluşturulduğu ve önceki döneme ait bu türün eleştirisinin neredeyse tüm edebiyatçılar tarafından bir “amentü” şeklinde kullanıldığı bir değişim de bulunacaktır. Kültür ve araştırma yayınları dizilerinde, arka arkaya Kemalizm üzerine eleştiriler çıkacaktır… Edebiyat ve kültür dünyasının önemli dergileri Kemalizm eleştirilerine özel bir yer ayıracak, İletişim Yayınları başta olmak üzere birçok büyük yayın kuruluşu Kemalizm ve Türkiye modernleşmesini eleştirel bir bakışla ele alan kitaplar yayınlayacaktır. ABD üniversitelerinde eğitim görmekte, doktora, lisans ve master programlarına katılmakta olan aydın yurttaşlarımız, “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür Politikaları”nı işlemeye, ameliyat masasına yatırmaya başlayacaklardır.
Ekonomik, politik, kültürel alanlardaki birbirine koşut yürüyen bu hazırlıklar, hiç kimseye “Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü” dedirtmeyecek gibidir.
Kemalizm, hem Avrupa Birliği sözcüleri, hem ABD ve AB’nin örgütlediği akım ve değişik vakıf, okul, kültür dergisi vb. tarafından Türkiye’nin “vesayeti”nden kurtulması gereken bir “ideoloji” olarak tanımlanıyor olmuştur. Kültürel ortamdaki kimi tartışmaları “darbeci-dinci” çekişmesi olarak değerlendiren sol kesimden bazı aydınların sol adına Kemalizm’den hesap sormaya yönelmiş kitapları da arka arkaya kitapçı raflarına çıkmaktadır. Aynı kesimden, dinsel örgütlenmelerin arkasındaki güçlerle, ya da yeni yaşam biçiminin ülke geleceğinde yol açacağı değişimlerle ilgili önemli bir yorum gözlenmemektedir. Ufuk Uras’ın “Kurtuluş Savaşı’nda Sol”, Emrah Cilasun’un “Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü?” adlı yapıtları türban ve “sivil anayasa” tartışmalarının yaşandığı ülke gündeminde öne çıkan kitaplar arasındadır. Adını andığımız tüm kişi ve yapıtların toplu bir davranışın birer öğesi olmadığını, birçoklarının kültürel ortamı etkisi altına almış “sivil-hegamonik” hava ile böylesi bir yönelim içine girmiş bulunduğunu da söylemeliyiz.
“Orada Bir Köy Var Uzakta” adlı çalışmasıyla bazı çevreler için önemli kaynak olmuş, tarih doktorasını ABD’de tamamlamış Boğaziçili Asım Karaömerlioğlu’nun tezi de, bu anlamda önemli bir içerik taşımaktadır. “Osmanlı döneminde değişik cemaatler ile devlet yönetimi arasında çeşitli arabulucu (mediating) kurumlar vardı. Aslına bakılırsa bu, aynı zamanda bir gereksinimdi de. Örneğin Müslüman cemaatler açısından tarikatların zaman zaman böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir” (Karaömerlioğlu, agy, s 46.)
Cumhuriyet yönetimi, tarikatların ve dine dayalı derebeyi örgütlenmelerin önünü kapayınca ne olmuş? “Bu nedenle söz konusu halkçılık kavramının, daha başından demokratik açılımların önünü tıkayıcı bir işlev gördüğü rahatlıkla söylenebilir.” (Karaömerlioğlu, agy, s 47.) Aynı yazarımız ve onu izleyen kimi yandaşları, Cumhuriyet yönetiminin “halkçı” girişimleri olarak gördükleri Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi kurumları Nasyonal Sosyalist düşünce yanlısı, hatta açıkça “faşist” ilan edeceklerdir.
Edebiyat dünyasında adı saygıyla anılan yazarlar arasında bulunan Orhan Koçak’ın “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarına yönelik eleştirileri, adı geçen aydın kesimin Köy Enstitülerine ve halk kültürüne hangi gözle bakmakta olduklarının da açık bir göstergesi gibidir. Koçak, hayatını edebiyat adamış olduğunu söylediği Tanpınar’ın “edebî tarzı”nı kültürel geleneğe uygun bulan, Tanpınar’a yeterince değer verilmediği için kültürde bir kırılma oluştuğuna inanan aydınlarımızdandır. Defter Dergisi’nin kendisiyle yaptığı söyleşide 1950’lerdeki kendi evlerini anlatmaktadır. “Hatırlarım, bizim ev resmiyete pek saygılı, hatta bağnaz Kemalist sayılabilecek bir evdi, 50’lerde Tanpınar’ın Huzur’u bu resmiyetin dışında bir şey gibi, sanki kaçak olarak okunmuştu bu evde! Aslında Türk ulusçuluğuna bağlı olup da sadece daha geniş ve daha dolayımlı bir yerlilik düşünmeye çalışan Tanpınar, bir yabancı yazar gibi okunuyor, yerlilik payesi de örneğin Fakir Baykurt’a uygun görülüyordu.” (Orhan Koçak, Defter, 1997, sayı 31, s 90.)
Koçak’ın “Kemalist kültür” eleştirisinde resmi görüşün yazarı olarak adı verilen Fakir Baykurt, Köy Enstitüsü çıkışlı yoksul bir köylü çocuğudur, köy öğretmenidir. Gazi Eğitim Ensitüsü’nü kazandıktan sonra Gayret Dergisi’nde yazdığı bir yazı nedeniyle yargılanmıştır…1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü ile Cumhuriyet Gazetesi’nin Yunus Nadi Roman Ödülleri’nde birinci olmuştur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet gazetesi koğuşturma geçirmiştir. Cumhuriyet’teki bazı yazıları yüzünden öğretmenlikten alınıp Milli Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü’nde görevlendirilmiştir. Sürüp giden yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık emrine alınmıştır (Demokrat Parti iktidarının iş başında olduğu bu dönem, Orhan Koçak tarafından devletin kültür kuruculuğu işinden çekildiği, sanat ve kültüre özerklik kazandırılmış bir dönem olarak tanımlanmaktadır!)
Fakir Baykurt, altı ay açıkta kaldıktan sonra, ancak 27 Mayıs 1960’dan sonra Ankara’da İlköğretim müfettişliğine atanmıştır. Koçak tarafından Baykurt’u desteklediği savlanan “resmi görüş”le Baykurt’un ilişkisi budur.
A. H. Tanpınar ise, aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nin el üstünde tutulan seçkin bir üniversite öğretim görevlisidir. Türk Dili ve Edebiyatı’nın en önde gelen adıdır. 1953, 1955, 1957 yıllarında kendi isteğiyle ve devlet olanaklarıyla yurt dışı gezileri yapmış, çeşitli kongrelere katılmıştır.
Tanpınar’ın yazın yaşamı baştan sona yakından incelendiğinde, kendi deyimi ile “yekpâre” bir bütünlük göstermediği de çok açıktır…
1980 sonrası ABD’nin Türkiye üzerine politikalarında açıkça görünen yenilik bugünkü kültürel ve politik tartışmaların da ana kaynağını ortaya çıkarmaktadır. “İnne’şşerre’ddevâbi ind’Allahi’ssummül-bûkmüzelleziyne lâ ya’kılûn!” (Hiç şüphe yok ki ayaklariyle yürüyenlerin Allah indinde en kötüsü aklını kullanmayıp sağır ve dilsiz kalan iki ayaklı hayvanlardır.) (Enfâl Sûresi, 22 nci ayet) KUR’AN’I KERİM
Emperyalist politikalar halkımızın dini inançlarını bir politika aracı olarak kullanmakta, bu amaçla kendisine çıkar ve ideoloji ortaklığı yapan yerli güçler örgütlemektedir. 2 Temmuz 1798 günü Mısır’ı işgal için İskenderiye’ye çıkmış Napolyon’un Mısırlı’lara söylediği “nous sommes les vrais musulmans” (biz gerçek Müslümanlarız) sözünde dile gelmiş yöntemi, 1996 yılında direk ABD Başkanı’na bağlı ACRFA (Advisory Committee on Religious Freedom Abroad / Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi) elemanları üstlenmiş durumdadırlar. Napolyon emperyalist Fransız ordularıyla Mısır’ı işgal ettiği dönemde El Ezher Üniversitesinden 60 öğretim üyesine Fransız “Büyük Ordu” nişanı vermişti.
Manevi değerlerimiz nelerdir?
Nobel ödüllü yazarımızdan kimi alıntkılar yaparak aydın kesimimizin tarihe bakışından örnekler vermeyi sürdürüyoruz. "(....) Türkiye'de hâlâ kapalı, hâlâ yarı yarı, pre-modern olan bir topluma pozitivist ve yararcı düşünce gelince ve toplumun geçmişindeki tasavvufi veya manevi değerler de modernleşme çabası ile, Atatürk reformları ile yıkılınca, Cumhuriyet döneminin kuşakları sanatın kendisi için yapılabileceğini düşünmeyi bile bir skandal olarak kabul eder oldu. " diyor Nobel ödüllü, ünlü yazarımız. (O. Pamuk, Kitaplık dergisi, Kasım Aralık 2002, sayı 56, söyleşi, s 114.)
Demek, “kendisi için sanat”ın karşılığı, “manevi ve tasavvufi değerlerdir”... Orhan Pamuk’un “Tasavvufi ve manevi değerler” arasında görmediği, Cumhuriyet dönemi sonrası kültür ve eğitim politikaları, halkbilim çalışmaları ile gün ışığına çıkmış, kültürel üst yapıda da temsil olanağı bulmuş, binlerce yıllık ritüeller, seyirlik köylü oyunları, Karagöz, Ortaoyunu, masallar, Nasreddin Hoca – Bektaşi fıkraları, halk türküleri, koşmalar içerisinde, sanatın ve kültürün bu türünde, bireyin “kendisi için sanat” yok, hep “başkası” ya da “toplum için” sanat varmış!
Bu ifadeden böyle bir anlam çıkıyor…
Bireyin toplum içindeki konumu, kendisini birey olarak algılayışı, toplumsal gelişme içerisinde değişim göstermektedir.
Nerede okuduğumu tam anımsamadığım bir tabloyu tam da bu ikilem içinde aktarmanın yararı olacak: İlkel bir kan topluluğuna ait bir tür şölene tanık olmuştur anlatıcımız. Bir ateşin çevresinde toplanmış, birlikte eğlenip şarkı söylemektedir topluluk üyeleri. Tüm bireylerin söyledikleri şarkı aynıdır:
“Ben bu boyun en yiğit savaşçısıyım/ Ben bu boyun en iyi avcısıyım/ Ben bu boyun en iyi at binicisiyim/ En güzel kızı ben severim…” Şarkı benzer ve tüm bireylerin birlikte yineledikleri sözlerle sürüp gider. Bir tür kutsal “âyin” de sayılabilir bu toplantı, bir sanat etkinliği de, topluluk sosyal yapısını gösteren siyasal bir gösteri de…
Bu şölende bireyle toplum arasındaki ilişkinin en yalın ve içtenlikli durumu gözlenebilir, tartışma için sağlam bir zemin bulunabilir… Topluluk üyelerinin söyledikleri şarkı bir sanat eseri olabilir mi? Olabilirse, ne kadar kendileri için, ne kadar toplum için sanat yapmaktadırlar acaba?
Romantizmin toplum karşısında aşkınlaştırdığı ve içyapısına yöneldiği “birey” kavramı, insanı modernizmin toplumsal sorumluluklar ve rasyonel kurallar çemberinden kurtarmaya çalışırken, “toplumsal olan”la arasına zor aşılacak duvarlar örmüş olduğu da söylenebilir. Kaç yüzyıldır toplum-birey karşıtlığı ya da birlikteliği üzerine kara kara düşünür olduk…
Orhan Pamuk’un yana yakıla övgüler dizdiği “tasavvufi” değerlerin kaynağında da ünlü yazarımızın görüş alanına bir türlü girememiş halk kültürü olduğu gerçekliği işin başka bir yönüdür. “Attar ‘Mantık al-Tayr’da hüthüt ağzından halkın itirazlarına cevap verirken münasebet düşürerek hikâyeler söylemektedir. (…) Biz bu fıkraları herhangi bir inanışı, dini-dünyevi herhangi bir kaide ve nizamı tenkid etse bile, ancak teville, çekingen ve kurnaz bir tarzda, hatta biraz da ilmei tenzih yollu tenkid edebilecek olan münevver zümreye mal edemiyoruz; bu tevilsiz ve açık hikâyelerde halkın kayıtsız tenkidini, cepheden yürüyen hür buluşunu görüyoruz. Bunlarda tam bir halk ibdaı var. Attar, bizce halk hikâyelerini tespit etmiştir. Mevlâna da bu yolda Attar gibi hareket etmiştir. (…) Yalnız Mevlâna’nın bu eserden istifade ettiğini, bazı hikâyelerini alıp işlediğini, Mesnevi’sini aynı vezinde yazdığını, Kelile ve Dimne’den itibaren zaten bu tarzın bilhassa sofilerce kabul edilmiş olduğunu ve nihayet ‘Mantık al-Tayr’daki iki hikâyenin Mevlâna tarafından alınıp işlendiğini burada kaydetmemiz lazımdır.” (Feriddüddün Atar, Mantık Al-Tayr, Önsöz, XX1-XXII.)
“Atatürk reformları ve modernleşme çabası” sırasında kurulmuş Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü’nde halkın da katıldığı hafta sonu şenliği sırasında öğrencilere sahne hazırlattırılmaya kalkışıldığını duyan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç küplere biner. Sahneyi kaldırtır. Köy Enstitüsü şenliği, Enstitüler’de hep yapılageldiği gibi, Metin And’ın geleneksel köylü tiyatrosu saydığı seyirlik oyunlardaki, ritüellerdekine benzer biçimde, sahnesiz, katılımcı bir ortamda gerçekleştirilmelidir… Köy Enstitüsü’ndeki eğlencelerin “‘müsamere’ anlayışı ile değil, doğal ve özgün yöntemler ve geniş katılımlarla yapılması…” nı istemektedir Tonguç (Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 305.) Burada tartışılacak nokta, bu şenliğin “gelenekler” ve “mânevi değerler”le ilgisidir. Orhan Pamuk mantığıyla olaya yaklaştığımızda, şenlikte yer almış öğrenciler, ya da bir ritüel için yüzünü boyayıp başka bir kimliğe geçmiş, kılık değiştirmiş, elbiselerini ters giymiş köylüler kendisi için sanat yapmamaktadırlar! Bu gösteri de, bu gösteriyi yaratan anlayış da bize ait bir geleneğin ürünü değildir ayrıca…
1936 Temmuzu’nda başlayan Mahmudiye eğitmen kursunu tamamlayan eğitmenler kurs bitiminde Ankara Halkevi’ne gelirler… Görevleri, kabaca, köylü çocuklarına “okuma yazma öğretme” olarak tanımlanabilecek bu “köylü dayılar”, Ankara Halkevi’nde iki tiyatro oyunu sergilerler. Oyunlardan birisi Aka Gündüz’ün Yarım Osman adlı oyunu, diğeri de kendilerinin doğaçlama sahneledikleri Çoban adlı oyundur. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın notlarında açıkça belirttiği gibi, ilk oyun da beğeni ile izlenmiş olmasına karşın eğitmen adaylarının kendi geleneksel tarzları ile oynadıkları ikinci oyun izleyenler tarafından daha çok beğenilmiştir.
Şimdi Orhan Pamuk’a sormak gerekecektir; köylülerimizin tiyatrosunda hiç “manevi değer” yok mudur?
Ya da Hasan Bülent Kahraman’ın Kemalizm değerlendirmesinde yaptığı tanımı bu tablo karşısında bir kez daha adalet terazimizde tartmayı deneyelim. “İki yaşam biçimi arasındaki fark merkezi otoritenin mutlak gücüyle geriye dönüşü olmaksızın temellendirilirken, birey, kendisinin yalnızca toplumsal, tarihsel alandan değil kendisine ait özel alandan da silidiğini neden sonra ayrımsamıştır. Oysa, yönetim, güç kullanımını meşrulaştırmak amacıyla sorunun bu yanını hiç ele almamış, olup bitenleri yalnızca basit bir siyasal sorunsal olarak ortaya koymuştur…” (H. B. Kahraman, Doğu Batı Dergisi, 1999, Sayı: 9 s 135.) Köylülerimiz, Ankara Halkevi’nde böylece “kendisine ait alandan silinmiş” olmalılar!
Yeni kuşak, yeni alanlara…
Orhan Pamuk’un Batılılaşma özentililer tarafından “hacıağa” olarak adlandırıldığını söylediği bu kesim, kullandığı dinî söylem ve geleneksel yaşam biçimi ile, halk kitlelerini yönlendirecek ve politika sahnesinde yedeğine alabilecek kolaylığı sağlamış durumdadır.
Büyük kentleri çevreleyen ve bir ayağı Anadolu kırsalında olan olan varoş toplulukları, bu “Hacıağa” zümresinin hem ekonomik olarak “sadaka” dağıttığı, hem politik olarak kullandığı bir etkinlik alanıdır. Varoşlar kültürel kırılma merkezleridir… Batı Şarkiyatçılığının Şark toplumuna yönelmiş kültürel yatırımlarının kolayca taban bulabildiği özel bir alandır… Şarkiyatçı Batı’nın yerli işbirlikçileri aracılığıyla günlük yaşama soktuğu imgesel hedefler, kent çevrelerindeki bu varoşlarda sınanmakta, buradan tüm Anadolu kırsalına dağılmaktadır…
Cumhuriyet kuruluş yıllarında eğitim ve kültür politikalarının hedefi, ülke geleceği için ekonomik ve politik programlara kaynak kitle teşkil edecek köylülüğün yerini bugün kent çevresindeki yığınlar almıştır.
Günümüz kültür eğitim çalışmalarının, hatta ekonomik ve politik yönelimlerin yöneleceği kitleler bu alanda yer almaktadır.
Tuzla tersanelerinde yaşananlar hepimizin gözü önünde olup bitmektedir. Halk yığınları sendikasız, sigortasız, hiçbir eğitimden geçirilmeksizin, kelmle kolmtukta, can pahasına boğaz tokluğuna çalıştırılmaktadır. Kent gerçekliğimiz, Tuzla’da arka arkaya yaşanan işçi ölümleriyle kendini göstermekle kalmamakta, başka alanlarda da acılı örnekler gözlenmektedir. 2008 Ocak ayının son günü yeni bir patlama haberi duyuyoruz ekranlarımızda. Davutpaşa’da kaçak çalışan işyerlerinin bulunduğu bir yapıda patlama olmuş, olayda 20 kişi ölmüş, yetmiş kişi yaralanmıştı. Ölen ve yaralananların tamama yakını sigortasız, kaçak alıştırılan yoksul işçilerdi!
Köy Enstitülerini kuran ve yaşama geçiren anlayış, gündelikçi emeğin insancıl koşullarda yaşamını sürdürebilmesi için de harekete geçmek zorundadır.
Kent varoşlarını dolduran yurttaşlarımız üzerinde oynanan tarikatlaştırma, ittatkar, duacı kitleler yaratma politikalarına karşı halkın inançlarına ve kendi öz kültürüne saygılı, o kültürden beslenen özgür ve özgün eğitim, kültür kurumları oluşturulmalıdır.