NEDEN KÖY ENSTİTÜLERİ NEDEN YENİ KUŞAK
ALPER AKÇAM*
NEDEN KÖY
ENSTİTÜLERİ? , NEDEN YENİ KUŞAK?
Günümüz toplumunun marka ve
olgu sağanağı, televizyon baskısı altında yaşayan, kendi yaşamının edilgen bir
izleyicisi durumuna getirilmiş yığınları, devrimci bir ütopya olmaksızın
bugünlerine ve geleceklerine ilişkin özgür bir düşünce geliştirme olanağı
bulamayacaklardır.
Ortaçağ karanlığında klasik antikçağın
yeniden bulgulanışı gibi, günümüz yeni ortaçağına karşı da yeniden bulgulanacak
bir yitirilmiş cennet gereksiniminin olduğu çok açıktır. Cumhuriyetimizin
kurucusu ve devrimci eğitim-kültür atılımlarının da atası sayılabilecek Mustafa
Kemal Atatürk’ün önerisiyle başlatılmış eğitmen kursları ve İsmail Hakkı
Tonguç’un düşün ve davranış babalığını yaptığı Köy Enstitüleri, on yılı bile
bulamamış kendi özgün ve kısa yaşam süreci içinde ayrımına varılmış bir
aydınlanma ânı olarak elimizin altındadır; bugünün de devrimci ütopyası,
yitirilmiş cenneti gibidir…
NEDEN KÖY ENSTİTÜLÜRİ?
I. Köy Enstitüleri, Bize Özgü, Ayağını Anadolu
Toprağına Basan Kurumlardı
ABD'li
barış gönüllüsü Fay Kırby, "Türkiye'de Köy Enstitüleri" adlı
yapıtının girişinde şöyle diyor: "İkinci
önemli sonuç, asıl Köy Enstitüleri'nin Pestalozzi, Dewey, Kerschensteiner gibi
Batı eğitimcilerinin düşünlerine göre kurulmuş eğitim sistemlerinden alınarak
açılmış okullar değil, onlardan (bilinmesi Türkiye için çok önemli olan) bazı
temel noktalarda ve ayrıca nitelik ve nicelik bakımından da değişik bir sisteme
dayandığıdır. (...) Üçüncü sonuç, Köy Enstitüleri'nin, Batılı eğitimcilerin düşün
ve sistemlerinin taklidi olmadığı gibi, şu ya da bu partinin ve şu ya da bu
Bakanın keyfine dayalı bir buluş da olmadığıdır. (...) Köy Enstitüleri'nin
Türkiye'nin eğitim sorununun doğal ve zorunlu olarak vardığı, uzun aramalar ve
deneyler sonunda kolektif çalışmalarla ortaya çıkarılmış bir eser olduğu, onda
hiçbir yapaylık ve siyasal çıkar bulunmadığı, incelemede apaçık
belirtilmiştir." (Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri,
önsöz, s VII.)
İlköğretim
Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'tan;
"Karaağaç Köy Eğitmeni
Yetiştirme Kursu Eğitim Şefliğine,
24 Eylül 1937
Kurslarda bulunan eğitmenler tarafından yazılmış
güzel yazılar bir araya toplanarak eğitmen kursları için bir (okuma kitabı)
bastırılacaktır. Onun için aşağıda saptanan esaslar göz önünde tutularak eğitmenler
tarafından muhtelif vesilelerle yazılmış yazıların asılları veya kopyaları
toplanarak idaremize gönderilecektir.
Tahrir derslerinde eğitmenler tarafından yazılmış
güzel yazılar:
Tasvir mahiyette yazılar, b. Mektup numuneleri, c.
Senet ve zabıt varakası örnekleri
Eğitmenler tarafından yazılmış destanlar,
Eğitmenler tarafından oynanan temsillerin aynen
tutulmuş zabıtları (Bu piyeslere hariçten hiçbir şey ilave edilmemelidir.) Bu
esaslara göre vereceğiniz yazıları 15.10.1937 tarihine kadar göndermenizi
önemle dilerim."
(Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü, Ulusal Basımevi, Ankara 1971, s 131.)
II. KÖY ENSTİTÜLERİNDE, HAZIR BİLGİYİ ÖĞRETME,
BELLETME DEĞİL, ÖZGÜR ARAŞTIRMA ve ELEŞTİREL YÖNTEMLER ÖNDE TUTULMAKTAYDI
Günümüz
Türkiyesi'nde eğitim "bilgi" adı verilen kimi metinlerin
belletilmesi, ezberletilmesi esasına dayanmakta, sınavlarda da konu ve anlam
içeriğinden çok olasılıklar üzerine kurulu seçenek seçimi yaptırılmaktadır.
Köy
Enstitüleri'nde bilgi, kaynak araştırması, doğa, beden, yaşam gözlenmesi ile, bir
tür üretim olarak deneyimlenmekte, içselleştirilmektedir.
"Kültür derslerinin işleniş
şekline başlangıçta bir türlü alışamadık. Öğretmenler bizi gruplara ayırarak
çalıştırıyorlardı. Her nedense, konular bu gruplara dağıtılmıştı. Bir gruba
verilen konuya diğer gruplar da çalışmaya mecburdu. Bize, ‘dersleri artık
öğretmen değil kendiniz anlatacaksınız' dediler. Biz hayret etmiştik. ‘Hiç
diyorduk, öğretmen dururken talebe ders anlatır mı?'" (Köy
Enstitülü bir öğretmenin anılarından, anan İ. Hakkı Tonguç, Canlandırılacak
Köy, s 625.)
Köy
Enstitüleri'nde günde bir saat "serbest okuma" dersi konmuştur. Bu
saatte dünya klasikleri öğrenciler tarafından okunmakta, belli aralıklarla
yapılan toplantılarda da kitaplar üzerinde tartışma yapılmaktadır. Yüksek Köy
Enstitüsü'nde serbest ve tartışmalı okumalardan başka "yazma ve
deneme" dersleri bulunmaktadır. Yüksek Köy Ensitüsü üç ayda bir Köy Enstitüsü
Dergisi çıkarmakta, bunların dışında çeşitli broşürler yayınlamaktadır.
Yayınlanan broşürler arasında "İpekçilik", "Halk Öyküleri
Toplama Yöntemi" gibi yapıtlar vardır.
Köy
Enstitüleri'nde, derslerin %50'si kültür, %25'i tarım ve uygulama, %25'i ise
teknik çalışma şeklinde gruplandırılmıştır. Eğitim süresi beş yıl olan köy
enstitülerinde 114 hafta kültür, fen ve öğretmenlik derslerine ayrılmışken 58
hafta ziraat, 58 hafta da teknik ders ve çalışmalarına ayrılmıştır. Ziraat ve
teknik eğitime ayrılmış süre kuramsal eğitim süresinden fazladır...
Köy
Enstitülerinde uygulanan, öğrenciyi öğrenim sürecine etkin bir özne olarak
katan diyalojik eğitim, bu mucize kuruluştan ancak otuz kırk yıl sonra
Brezilyalı eğitimci Paula Freire’nein EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ (yayın tarihi
Brezilya’da 1970, Türkçe’ye çevriliş 2010) adlı yapıtında kuramsal anlam
karşılığını bir manifestoya dönüştürmüş gibidir…
III. KÖY ENSTİTÜLERİ ANADOLU KIRSALINI BUGÜN DE
SOYUP SÖMÜREN, GERİ BIRAKAN, KÜLTÜRLER ARASINDAKİ AYRIMLARI KIŞKIRTIP BUNDAN
BESLENEN AŞİRET YAPISINA, TEFECİ-BEZİRGÂN İLİŞKİLERE, TOPRAK AĞALIĞINA KARŞIYDI
1942
yılında çıkarılmış 4274 sayılı Yasa ile, Tarım, Sağlık, Bayındırlık, İçişleri
ve Adalet Bakanlıkları, Milli Eğitim Bakanlığı'nın özerk ve yetkin bir birimi
gibi çalışacak Köy Enstitüleri ve köy eğitim örgütünün korunması, desteklenmesi
ve işlerinin kolaylaştırılması için görevli kılınmışlardı... "Köy okulu ve öğretmeni
hiyerarşik yapıda en sonda ve en aşağıda iken, şimdi hükümetin ve Milli Eğitim
Bakanlığı'nın merkez organı oluyordu. (...) her köy Enstitüsü Milli Eğitim
Bakanlığı ve diğer yönetim birimleriyle bağımsız ilişkiler kurabiliyordu."
(Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, s 311.) Köy Enstitüsü ve köy
öğretmenlerinin atama ve özlük haklarıyla ilgili konularda yerel yöneticilerin
hiçbir yaptırım gücü yoktu. Eğitimle ilgili disiplin kurullarında çoğunluğu
öğretmenler oluşturuyordu.
Dönemin
canlı tanığı olarak yaşamış ozan Ceyhun Atuf Kansu şunları söylüyor: "Gerçekten köylere dağılan
öğretmen adayları, gerek köy yönünden, gerek şehirdeki yönetim adamlarından
bazı direnmelere uğruyorlar. Toplumsal destanın içinden çıkmış bu güçlü insan,
bozuk düzen giden bir topluluğu sarsıyor, uyuşmuş, köhnemiş eski bir toplumun
düzeni karşısına yepyeni ilkelerle bir kahraman gibi çıkıyor. Onun ilkesi
emektir. Önünde ise emeğe göre düzenlenmemiş, çoğu kez emeği sömürerek rahata
kavuşmuş ortaçağ artığı bir düzen yatıp duruyor." (Ceyhun Atuf
Kansu, Sayı 320, 1.3.1947, aktaran Mehmet Başaran, Özgürleşme Eylemi Köy
Enstitüleri, s 94.)
Köy
Enstitüleri karşıtı kampanyanın hız kazanması ve Demokrat Parti'nin iktidara
gelmesi ile, toprak ağaları, Köy Enstitüleri'ne karşı büyük bir saldırı
başlatacaklardır.
"Partideki toprak ağası
milletvekilleri ise daha konunun ortaya atıldığı ilk günlerden başlayarak sert
tepki gösteriyorlardı. Bir yıl önce Eskişehir'de bir kahvede Rauf İnan'a (Çifteler
Köy Enstitüsü Müdürü -bizim notumuz-)
rastlayan Emin Sazak, ‘Bu itlere toprak vereceklermiş. Versinler. Bakalım
verebilecekler mi? Ben onlara hayvan, çift, çubuk, tohumluk vermedikten sonra,
topraklanıp da ne olacak?' demekteydi. Adnan Menderes de bir kahvede ‘sövgüler
savuruyor'du." (Rauf İnan, Bir Ömrün Öyküsü, aktaran Engin
Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 442.)
"Kinyas Kartal, ‘Baktık' diyor,
‘Köy Enstitüleri gelişiyor. Biz ağalar toplandık. Bu Köy Enstitüleri on yıl
daha sürerse, Doğuda ağalık ölecek. 1950 seçimleri öncesinde Demokrat Parti ile
pazarlık yaptık ve Köy Enstitülerini kapatmaya söz verirseniz oyumuzu size
vereceğiz dedik. Söz verdiler; oyumuzu verdik. Enstitüleri de
kapattırdık." (Dursun Kut, "Kinyas Ağa Köy Enstitülerini
Nasıl Kapattırdı?", Cumhuriyet, 20 Temmuz 1996, aktaran Muzaffer İlhan
Erdost, Küreselleşme ve Osmanlı "Millet" Makasında Türkiye, s 77.)
IV. KÖY ENSTİTÜLERİ, ŞÖVEN VE SALDIRGAN BİR
ANLAYIŞI DEĞİL, BARIŞÇI VE İNSANCIL İLKELERİ SAVUNUYORDU,
1938
yılında göreve gelir gelmez, o zamana kadar İlköğretim Genel Müdürlüğü’nü
“vekâleten” yürüten İsmail Hakka Tonguç’un aynı göreve “asaleten” atanmasını, 17
Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Yasası’nın çıkmasını sağlayan, çevirisini
yaptırdığı 496 kalis yapıtla Anadolu toprağını evrensel bilgi ve estetikle
buluşturan çağın devrimci Maarif Vekili
Hasan Âli Yücel, 1941 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’nın açılış töreninde
yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Ben
Doğu ve Batı diye bir fark görmüyorum. İnsan eseri, insan ruhunun iştiyakları,
kaygıları, korkuları zaman ve zemine göre değişse de özünde bir ayrılık varsa
o, tutulan yol ve usüldendir. Garplı kafasının metoduyla duymasak şarklıda bu
özü bulamazdık. Meselâ Mevlâna’nın Fîhi mâ fîhi kitabını Goethe’nin Eckerman’la
konuşmalar’ı gibi okuyorum. İkinciyi okumaya alışmasam, kim bilir birinciyi
şimdikinden daha az başarı ile söktürebilirim”
V. KÖY ENSTİTÜLERİ, BİREY GELİŞİMİNDE SANAT ve
ESTETİĞİ ÖNDE TUTMUŞTU
Köy
Enstitüsü'nde her öğrenci bir müzik gereci çalmak zorundadır. Köy
Enstitüleri'nin cumartesi eğlencelerinde enstitü öğrencileri mandolin,
armonika, piyano, keman ve benzeri çalgılarla hem klasik batı müziğinden
parçalar çalarlar, hem de yerel ezgileri seslendirilerdi. Halk müziği ile
evrensel çoksesli müzik harman edilirdi.
Eğitmen
kursları ve Köy Enstitüleri’nin yenidendoğuş ışığıyla canlanan Anadolu halk
kültürünün çoğulluğu, ABDli bir uzmanın da hemen ayrımına vardığı bir gerçeklik
olarak ortaya çıkacaktır: "Eğitmen
deneyi, eğitimcilere halk müziğinin yalnızca tekdüze, ağlamaklı, hasta ruhlu
bir müzik olmadığını gösterdi. Türkiye'de halk arasında daha yaygın ve saygın
olan alaturka müziğin tersine, eğitmen kurslarının ve Köy Enstitüleri'nin
müziği, içinde güç, güldürü, gelişmemiş bir düzeyde çokseslilik öğeleri ve
insancıl bir felsefe olan müzikti." (Fay Kırby, Türkiye'de Köy
Enstitüleri, s 285.) Halk kültürünün köylü çocuklarında reenkarnasyona uğrayan
gücü, müzik ustası Adnan Saygun'u da şaşırtacaktır...
Başlangıç
aşamasında, Köy Enstitüleri'nde öğrencilere birer müzik gereci verilmesi
önerildiğinde, Köy Enstitüsü öğrencilerinin kendilerini müzikle anlatabilmeleri
için seçilmiş mandolin ve harmonikanın Batılı aygıtlar olduğu için
tutunamayacakları, köy çocuklarının bunları çalamayacağı görüşündedir Saygun...
Sonuçta, neredeyse her Köy Enstitülü öğrenci bir mandolin ustası, yetkin bir
müzisyen olmuş gibidir...
Köy
Enstitüleri'nde sabah çalışmaları yerel çalgılar eşliğinde topluca oynanan halk
oyunları ile başlar... Cumartesi eğlencelerinde halk dansları ve oyunlara
köylüler de katılırlar.
Köy
Enstitüleri uygulaması, ülkenin kültür ve sanat ortamını değiştirecek güçte
sonuçlar vermiştir. 17.341 öğretmen arasından 300 yazar ve şair, 400'e yakın
müzik eğitmeni, ressam çıkmıştır. Bu sanat insanlarından 20 tanesi bugünkü
üniversitelerimizin güzel sanatlar bölümlerinin kurucusu olacak, akademik
dizgelemde profesörlük ününe ulaşacaklardır.
Köy
Enstitüleri'nin iyiye güzele, doğruya nasıl baktığının ilk işaretiyse,
eğitmenler hareketi sırasında uç vermiştir... 1936 Temmuzu'nda Eskişehir
Mahmudiye'de başlamış ilk eğitmen kursunu bitiren eğitmenler Ankara'ya
getirilirler. 6.11.1936'da, Ankara Halkevi'nde Aka Gündüz'ün Yarım Osman adlı
oyunu ile kendi tasarladıkları Çoban adlı piyesi oynarlar. Sorun, köy
çocuklarına yalnız ABC'yi öğretmek değil, iyinin, güzelin, doğrunun önünü
açmak, özgür estetiği canlandırmak olarak görülmüştür. "Köy öğretmen namzetleri
kendi oyunlarından evvel Akagündüz'ün Yarım Osman isimli iki perdelik bir
oyununu oynadılar. Eğer kendi oyunlarını görmeseydim Akagündüz'ün oyununun köy
hayatından alınmış iyi yazılmış, iyi oynanmış bir oyun olduğuna hükmedecektim.
Akagündüz darılmasın ama, köylü dayılar köy piyesi yazmak ve tertip etmekte
kendisini bastırmışlardır. Gördüğüm eserlerle tabiilik ve seyirciyi kavramak
hususunda mukayese kabul edecek ne sahne muharriri, ne de aktör tasavvur
etmiyorum. Köylüye öğretelim derken onlardan birçok şeyleri öğrenmeye muhtaç
olduğumuzu keşfedeceğiz." (Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi,
18 Kasım 1936, aktaran Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, s 135.)
NEDEN YENİ KUŞAK?
Köy
Enstitüleri'nin kuruluşun üzerinden 71, resmen kapatılışının üzerinden de 57
yıl geçti. Ülkemizin değişine koşulları, bilim ve teknik alanında o günden bu
yana yaşanan değişimler nedeniyle yeni bir bakış açısıyla ele alınmaları
gerekmektedir.
Köy
Enstitüleri'nin kurulduğu ve yaşama geçtiği 1930'lu, 1940'lı yılların Türkiyesi
ile günümüz Türkiyesi birbirinden çok farklıdır. O dönem Türkiye nüfusunun
%80'e yakını köylerde yaşamaktadır; köylü, dönem koşulları ve döneme damgasını
vuran düşünceler gereği ülkenin ekonomik ve kültürel yaşamına katılması gereken
bir çoğunluktur. Kimilerine göre kurtarılması, elinden tutulması gereken bir
kitle, kimilerine göreyse ülkeyi aydınlığa çıkaracak halk kültürünü yaşatan ve
geleneklerimizi sımsıcak taşıyan devrimci bir kaynaktır.
Bugünse
nüfusumuzun büyük çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır. 1950'lerde başlayıp
1960'tan sonra hızlanan, 1980 sonrasının ekonomik politikaları ile de ülkenin
tüm görüntüsüyle tersine çevrilmesini andıran göçlerle, köylü nüfusumuz
kentleri çevreleyen varoşlara taşınmış, buralarda yeni ve en yaygın toplumsal
öğe olarak kültürel varlığımızın göbeğini oluşturmuştur. Büyük şehirler çevresinde,
dün gecekondularda, bugün aralarına güneş girmeyecek derecede kötü yapılaşmış
apartman bozuntularında yaşayan on milyonlarca insanımız, büyük bir kültür
kırılmasına uğramış bulunmaktadır. İletişim çağının, özellikle de
televizyonların, tüketim toplumunun ve politik çalışmaların hedef alanıdır...
Ülkemiz üzerinde geliştirilen birçok politik sembol, simge, bu alanda
sınanmakta, benimsetilmekte, buradan hareketle kırsal alanlara doğru
gönderilmektedir.
Tüm
dünyada edebiyat ve kültürümüzü "temsil" hakkını Nobel gibi kocaman
bir ödülle kazanmış Orhan Pamuk, "İstanbul
/Hatıralar ve Şehir" adlı yapıtında İstanbul'da tanığı olduğu
değişik kültür grupları ve zümrelere ait düşüncelerini açıklarken Batılılaşma
yanlılarının düşman gözüyle gördükleri bir kesimden söz eder... "Bizler kaybetmekte
olduğumuz mallarımızı, mülklerimizi, ayrıcalık ve rahatlıklarımızı Batılılaşmış
olduğumuz için hak ediyorsak pek çok manevi konuda (o zamanlar ne Mevlana'dan,
ne tasavvufun inceliklerinden, ne de büyük Fars kültüründen haberdardım)
şoförler ve aşçılar gibi düşünen ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapan bazı
solcuların ‘hacıağa' dediği bu kişilerin zenginliği nasıl açıklanacaktı? (...)
Yavaş yavaş din yerine, onunla sanıldığından çok daha az bir ilişkisi olan
siyasal İslâm'ın ve askeri darbelerin dünyasına girip bu kitabın ahengini
bozmaktan korkuyorum." (Orhan Pamuk, İstanbul/ Şehir ve
Hatıralar, s 175.)
Yaptığımız
alıntıda sözü geçen "siyasal İslâm"ın dinle ve yazarımız Orhan
Pamuk'la ilişkisinin arka planını şimdilik bir yana bırakalım. Orhan Pamuk'un
"İstanbul/Şehir ve Hatıralar" yapıtında özel vurgu yapılmış
"Batılılaşmacı seçkin yönetici - aşağılanan ve yönlendirilen halk"
imgesel ikilemini paylaşan başka yazarlarımız, düşünürlerimiz de vardı. Köy
Enstitülerini "faşist bir müessese" olarak niteleyen köşe yazarımız
Engin Ardıç da kimi günlük yazılarında ondan esin almış olmalıdır: "1950 yılında iktidara
gelecek olan Anadolu eşrafı ve tüccar da "mütegallibe" diye hor
görülmekte ve aşağılanmaktadır öte yandan... Varsa yoksa bürokrasi üstün ve
hakim olacaktır." (Engin Ardıç, 19 Eylül 2007, Akşam
Gazetesi.) Engin Ardıç'ın esin kaynağı olarak gösterdiği Asım
Karaömerlioğlu'nun "Orada Bir Köy Var Uzakta" adlı yapıtında bu
imgesel kurulumla sıkça karşılaşırız.
Orhan
Pamuk'un Batılılaşma özentililer tarafından "hacıağa" olarak
adlandırıldığını söylediği bu kesim, kullandığı dinî söylem ve geleneksel yaşam
biçimi ile, halk kitlelerini yönlendirecek ve politika sahnesinde yedeğine
alabilecek kolaylığı sağlamış durumdadır.
Günümüz
kültür eğitim çalışmalarının, hatta ekonomik ve politik yönelimlerin yöneleceği
kitleler de bu alanda yer almaktadır.
Büyük
kentlerin ve varoş insanlarımızın ekmek kavgası ise gün geçtikçe insanlık dışı
koşulların yaşandığı bir trajediye dönüşmektedir. Sendikalı ve sigortalı
işçilerimizin sayısı 12 Eylül'den bu yana çok büyük düşüşler göstermiştir.
Tuzla tersanelerinde yaşananlar hepimizin gözü önünde olup bitmektedir. Kent
gerçekliğimiz, Tuzla'da arka arkaya yaşanan işçi ölümleriyle kendini
göstermekle kalmamakta, başka alanlarda da acılı örnekler gözlenmektedir. 2008
Ocak ayının son günü yeni bir patlama haberi duymuştuk ekranlarımızda.
Davutpaşa'da kaçak çalışan işyerlerinin bulunduğu bir yapıda patlama olmuş,
olayda 20 kişi ölmüş, yetmiş kişi yaralanmıştı. Ölen ve yaralananların tamama
yakını sigortasız, kaçak alıştırılan yoksul işçilerdi!
Köy
Enstitülerini kuran ve yaşama geçiren anlayış, gündelikçi emeğin insancıl
koşullarda yaşamını sürdürebilmesi için de harekete geçmek zorundadır.
Türkiye
köyünün de eğitim sorunları bitmemiştir. Köy öğretmenlerine köyde yerleşmeleri
için hiçbir özendirme yapılmamakta, köy okullarında görevli öğretmenler
yakındaki kasaba ve kentlerden köylere gidip gelerek görevlerini
sürdürmektedirler. Taşımalı eğitimin yaygınlaştırılması ile köyün öğretmensiz
bırakılması daha da hızlandırılmıştır.
Köylerimizde
aydın insan olarak yalnızca imamlar bulunmakta, arka arkaya açılan medreseler,
kuran kursları ile kırsal alanda dinsel esaslara dayalı bir yaşam biçiminin
egemen olabilmesi için tüm olanaklar kullanılmaktadır. Halkın kutsal inançları
politik istismara uğratılmaktadır.
Yeni
Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, kentlerimizi çevreleyen kardeşlerine kendi
kültürleri içinde, tiyatrosuyla, müziğiyle, bilimcil alan araştırmalarıyla yeni
bir uyanış, yenidendoğuş çabasının ışığını yakmaya çalışıyor, onları yeniden
imeceye çağırıyor...
alperakcam@gmail.com
(Yeni Kuşak Köy Enstitülüler
Derneği Ankara Şube Başkanı)