ALPER AKÇAM* NEDEN KÖY ENSTİTÜLERİ? , NEDEN YENİ KUŞAK? Günümüz toplumunun marka ve olgu sağanağı, televizyon baskısı altında yaşayan, kendi yaşamının edilgen bir izleyicisi durumuna getirilmiş yığınları, devrimci bir ütopya olmaksızın bugünlerine ve geleceklerine ilişkin özgür bir düşünce geliştirme olanağı bulamayacaklardır. Ortaçağ karanlığında klasik antikçağın yeniden bulgulanışı gibi, günümüz yeni ortaçağına karşı da yeniden bulgulanacak bir yitirilmiş cennet gereksiniminin olduğu çok açıktır. Cumhuriyetimizin kurucusu ve devrimci eğitim-kültür atılımlarının da atası sayılabilecek Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisiyle başlatılmış eğitmen kursları ve İsmail Hakkı Tonguç’un düşün ve davranış babalığını yaptığı Köy Enstitüleri, on yılı bile bulamamış kendi özgün ve kısa yaşam süreci içinde ayrımına varılmış bir aydınlanma ânı olarak elimizin altındadır; bugünün de devrimci ütopyası, yitirilmiş cenneti gibidir…   NEDEN KÖY ENSTİTÜLÜRİ? I. Köy Enstitüleri, Bize Özgü, Ayağını Anadolu Toprağına Basan Kurumlardı ABD'li barış gönüllüsü Fay Kırby, "Türkiye'de Köy Enstitüleri" adlı yapıtının girişinde şöyle diyor: "İkinci önemli sonuç, asıl Köy Enstitüleri'nin Pestalozzi, Dewey, Kerschensteiner gibi Batı eğitimcilerinin düşünlerine göre kurulmuş eğitim sistemlerinden alınarak açılmış okullar değil, onlardan (bilinmesi Türkiye için çok önemli olan) bazı temel noktalarda ve ayrıca nitelik ve nicelik bakımından da değişik bir sisteme dayandığıdır. (...) Üçüncü sonuç, Köy Enstitüleri'nin, Batılı eğitimcilerin düşün ve sistemlerinin taklidi olmadığı gibi, şu ya da bu partinin ve şu ya da bu Bakanın keyfine dayalı bir buluş da olmadığıdır. (...) Köy Enstitüleri'nin Türkiye'nin eğitim sorununun doğal ve zorunlu olarak vardığı, uzun aramalar ve deneyler sonunda kolektif çalışmalarla ortaya çıkarılmış bir eser olduğu, onda hiçbir yapaylık ve siyasal çıkar bulunmadığı, incelemede apaçık belirtilmiştir." (Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, önsöz, s VII.) İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'tan; "Karaağaç Köy Eğitmeni Yetiştirme Kursu Eğitim Şefliğine, 24 Eylül 1937 Kurslarda bulunan eğitmenler tarafından yazılmış güzel yazılar bir araya toplanarak eğitmen kursları için bir (okuma kitabı) bastırılacaktır. Onun için aşağıda saptanan esaslar göz önünde tutularak eğitmenler tarafından muhtelif vesilelerle yazılmış yazıların asılları veya kopyaları toplanarak idaremize gönderilecektir. Tahrir derslerinde eğitmenler tarafından yazılmış güzel yazılar: Tasvir mahiyette yazılar, b. Mektup numuneleri, c. Senet ve zabıt varakası örnekleri Eğitmenler tarafından yazılmış destanlar, Eğitmenler tarafından oynanan temsillerin aynen tutulmuş zabıtları (Bu piyeslere hariçten hiçbir şey ilave edilmemelidir.) Bu esaslara göre vereceğiniz yazıları 15.10.1937 tarihine kadar göndermenizi önemle dilerim." (Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü, Ulusal Basımevi, Ankara 1971, s 131.) II. KÖY ENSTİTÜLERİNDE, HAZIR BİLGİYİ ÖĞRETME, BELLETME DEĞİL, ÖZGÜR ARAŞTIRMA ve ELEŞTİREL YÖNTEMLER ÖNDE TUTULMAKTAYDI Günümüz Türkiyesi'nde eğitim "bilgi" adı verilen kimi metinlerin belletilmesi, ezberletilmesi esasına dayanmakta, sınavlarda da konu ve anlam içeriğinden çok olasılıklar üzerine kurulu seçenek seçimi yaptırılmaktadır. Köy Enstitüleri'nde bilgi, kaynak araştırması, doğa, beden, yaşam gözlenmesi ile, bir tür üretim olarak deneyimlenmekte, içselleştirilmektedir. "Kültür derslerinin işleniş şekline başlangıçta bir türlü alışamadık. Öğretmenler bizi gruplara ayırarak çalıştırıyorlardı. Her nedense, konular bu gruplara dağıtılmıştı. Bir gruba verilen konuya diğer gruplar da çalışmaya mecburdu. Bize, ‘dersleri artık öğretmen değil kendiniz anlatacaksınız' dediler. Biz hayret etmiştik. ‘Hiç diyorduk, öğretmen dururken talebe ders anlatır mı?'" (Köy Enstitülü bir öğretmenin anılarından, anan İ. Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, s 625.) Köy Enstitüleri'nde günde bir saat "serbest okuma" dersi konmuştur. Bu saatte dünya klasikleri öğrenciler tarafından okunmakta, belli aralıklarla yapılan toplantılarda da kitaplar üzerinde tartışma yapılmaktadır. Yüksek Köy Enstitüsü'nde serbest ve tartışmalı okumalardan başka "yazma ve deneme" dersleri bulunmaktadır. Yüksek Köy Ensitüsü üç ayda bir Köy Enstitüsü Dergisi çıkarmakta, bunların dışında çeşitli broşürler yayınlamaktadır. Yayınlanan broşürler arasında "İpekçilik", "Halk Öyküleri Toplama Yöntemi" gibi yapıtlar vardır. Köy Enstitüleri'nde, derslerin %50'si kültür, %25'i tarım ve uygulama, %25'i ise teknik çalışma şeklinde gruplandırılmıştır. Eğitim süresi beş yıl olan köy enstitülerinde 114 hafta kültür, fen ve öğretmenlik derslerine ayrılmışken 58 hafta ziraat, 58 hafta da teknik ders ve çalışmalarına ayrılmıştır. Ziraat ve teknik eğitime ayrılmış süre kuramsal eğitim süresinden fazladır... Köy Enstitülerinde uygulanan, öğrenciyi öğrenim sürecine etkin bir özne olarak katan diyalojik eğitim, bu mucize kuruluştan ancak otuz kırk yıl sonra Brezilyalı eğitimci Paula Freire’nein EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ (yayın tarihi Brezilya’da 1970, Türkçe’ye çevriliş 2010) adlı yapıtında kuramsal anlam karşılığını bir manifestoya dönüştürmüş gibidir…   III. KÖY ENSTİTÜLERİ ANADOLU KIRSALINI BUGÜN DE SOYUP SÖMÜREN, GERİ BIRAKAN, KÜLTÜRLER ARASINDAKİ AYRIMLARI KIŞKIRTIP BUNDAN BESLENEN AŞİRET YAPISINA, TEFECİ-BEZİRGÂN İLİŞKİLERE, TOPRAK AĞALIĞINA KARŞIYDI 1942 yılında çıkarılmış 4274 sayılı Yasa ile, Tarım, Sağlık, Bayındırlık, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları, Milli Eğitim Bakanlığı'nın özerk ve yetkin bir birimi gibi çalışacak Köy Enstitüleri ve köy eğitim örgütünün korunması, desteklenmesi ve işlerinin kolaylaştırılması için görevli kılınmışlardı... "Köy okulu ve öğretmeni hiyerarşik yapıda en sonda ve en aşağıda iken, şimdi hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın merkez organı oluyordu. (...) her köy Enstitüsü Milli Eğitim Bakanlığı ve diğer yönetim birimleriyle bağımsız ilişkiler kurabiliyordu." (Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, s 311.) Köy Enstitüsü ve köy öğretmenlerinin atama ve özlük haklarıyla ilgili konularda yerel yöneticilerin hiçbir yaptırım gücü yoktu. Eğitimle ilgili disiplin kurullarında çoğunluğu öğretmenler oluşturuyordu. Dönemin canlı tanığı olarak yaşamış ozan Ceyhun Atuf Kansu şunları söylüyor: "Gerçekten köylere dağılan öğretmen adayları, gerek köy yönünden, gerek şehirdeki yönetim adamlarından bazı direnmelere uğruyorlar. Toplumsal destanın içinden çıkmış bu güçlü insan, bozuk düzen giden bir topluluğu sarsıyor, uyuşmuş, köhnemiş eski bir toplumun düzeni karşısına yepyeni ilkelerle bir kahraman gibi çıkıyor. Onun ilkesi emektir. Önünde ise emeğe göre düzenlenmemiş, çoğu kez emeği sömürerek rahata kavuşmuş ortaçağ artığı bir düzen yatıp duruyor." (Ceyhun Atuf Kansu, Sayı 320, 1.3.1947, aktaran Mehmet Başaran, Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, s 94.) Köy Enstitüleri karşıtı kampanyanın hız kazanması ve Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile, toprak ağaları, Köy Enstitüleri'ne karşı büyük bir saldırı başlatacaklardır. "Partideki toprak ağası milletvekilleri ise daha konunun ortaya atıldığı ilk günlerden başlayarak sert tepki gösteriyorlardı. Bir yıl önce Eskişehir'de bir kahvede Rauf İnan'a (Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü -bizim notumuz-) rastlayan Emin Sazak, ‘Bu itlere toprak vereceklermiş. Versinler. Bakalım verebilecekler mi? Ben onlara hayvan, çift, çubuk, tohumluk vermedikten sonra, topraklanıp da ne olacak?' demekteydi. Adnan Menderes de bir kahvede ‘sövgüler savuruyor'du." (Rauf İnan, Bir Ömrün Öyküsü, aktaran Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 442.) "Kinyas Kartal, ‘Baktık' diyor, ‘Köy Enstitüleri gelişiyor. Biz ağalar toplandık. Bu Köy Enstitüleri on yıl daha sürerse, Doğuda ağalık ölecek. 1950 seçimleri öncesinde Demokrat Parti ile pazarlık yaptık ve Köy Enstitülerini kapatmaya söz verirseniz oyumuzu size vereceğiz dedik. Söz verdiler; oyumuzu verdik. Enstitüleri de kapattırdık." (Dursun Kut, "Kinyas Ağa Köy Enstitülerini Nasıl Kapattırdı?", Cumhuriyet, 20 Temmuz 1996, aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Küreselleşme ve Osmanlı "Millet" Makasında Türkiye, s 77.) IV. KÖY ENSTİTÜLERİ, ŞÖVEN VE SALDIRGAN BİR ANLAYIŞI DEĞİL, BARIŞÇI VE İNSANCIL İLKELERİ SAVUNUYORDU, 1938 yılında göreve gelir gelmez, o zamana kadar İlköğretim Genel Müdürlüğü’nü “vekâleten” yürüten İsmail Hakka Tonguç’un aynı göreve “asaleten” atanmasını, 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Yasası’nın çıkmasını sağlayan, çevirisini yaptırdığı 496 kalis yapıtla Anadolu toprağını evrensel bilgi ve estetikle buluşturan  çağın devrimci Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, 1941 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’nın açılış töreninde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Ben Doğu ve Batı diye bir fark görmüyorum. İnsan eseri, insan ruhunun iştiyakları, kaygıları, korkuları zaman ve zemine göre değişse de özünde bir ayrılık varsa o, tutulan yol ve usüldendir. Garplı kafasının metoduyla duymasak şarklıda bu özü bulamazdık. Meselâ Mevlâna’nın Fîhi mâ fîhi kitabını Goethe’nin Eckerman’la konuşmalar’ı gibi okuyorum. İkinciyi okumaya alışmasam, kim bilir birinciyi şimdikinden daha az başarı ile söktürebilirim” V. KÖY ENSTİTÜLERİ, BİREY GELİŞİMİNDE SANAT ve ESTETİĞİ ÖNDE TUTMUŞTU Köy Enstitüsü'nde her öğrenci bir müzik gereci çalmak zorundadır. Köy Enstitüleri'nin cumartesi eğlencelerinde enstitü öğrencileri mandolin, armonika, piyano, keman ve benzeri çalgılarla hem klasik batı müziğinden parçalar çalarlar, hem de yerel ezgileri seslendirilerdi. Halk müziği ile evrensel çoksesli müzik harman edilirdi. Eğitmen kursları ve Köy Enstitüleri’nin yenidendoğuş ışığıyla canlanan Anadolu halk kültürünün çoğulluğu, ABDli bir uzmanın da hemen ayrımına vardığı bir gerçeklik olarak ortaya çıkacaktır: "Eğitmen deneyi, eğitimcilere halk müziğinin yalnızca tekdüze, ağlamaklı, hasta ruhlu bir müzik olmadığını gösterdi. Türkiye'de halk arasında daha yaygın ve saygın olan alaturka müziğin tersine, eğitmen kurslarının ve Köy Enstitüleri'nin müziği, içinde güç, güldürü, gelişmemiş bir düzeyde çokseslilik öğeleri ve insancıl bir felsefe olan müzikti." (Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, s 285.) Halk kültürünün köylü çocuklarında reenkarnasyona uğrayan gücü, müzik ustası Adnan Saygun'u da şaşırtacaktır... Başlangıç aşamasında, Köy Enstitüleri'nde öğrencilere birer müzik gereci verilmesi önerildiğinde, Köy Enstitüsü öğrencilerinin kendilerini müzikle anlatabilmeleri için seçilmiş mandolin ve harmonikanın Batılı aygıtlar olduğu için tutunamayacakları, köy çocuklarının bunları çalamayacağı görüşündedir Saygun... Sonuçta, neredeyse her Köy Enstitülü öğrenci bir mandolin ustası, yetkin bir müzisyen olmuş gibidir... Köy Enstitüleri'nde sabah çalışmaları yerel çalgılar eşliğinde topluca oynanan halk oyunları ile başlar... Cumartesi eğlencelerinde halk dansları ve oyunlara köylüler de katılırlar. Köy Enstitüleri uygulaması, ülkenin kültür ve sanat ortamını değiştirecek güçte sonuçlar vermiştir. 17.341 öğretmen arasından 300 yazar ve şair, 400'e yakın müzik eğitmeni, ressam çıkmıştır. Bu sanat insanlarından 20 tanesi bugünkü üniversitelerimizin güzel sanatlar bölümlerinin kurucusu olacak, akademik dizgelemde profesörlük ününe ulaşacaklardır. Köy Enstitüleri'nin iyiye güzele, doğruya nasıl baktığının ilk işaretiyse, eğitmenler hareketi sırasında uç vermiştir... 1936 Temmuzu'nda Eskişehir Mahmudiye'de başlamış ilk eğitmen kursunu bitiren eğitmenler Ankara'ya getirilirler. 6.11.1936'da, Ankara Halkevi'nde Aka Gündüz'ün Yarım Osman adlı oyunu ile kendi tasarladıkları Çoban adlı piyesi oynarlar. Sorun, köy çocuklarına yalnız ABC'yi öğretmek değil, iyinin, güzelin, doğrunun önünü açmak, özgür estetiği canlandırmak olarak görülmüştür. "Köy öğretmen namzetleri kendi oyunlarından evvel Akagündüz'ün Yarım Osman isimli iki perdelik bir oyununu oynadılar. Eğer kendi oyunlarını görmeseydim Akagündüz'ün oyununun köy hayatından alınmış iyi yazılmış, iyi oynanmış bir oyun olduğuna hükmedecektim. Akagündüz darılmasın ama, köylü dayılar köy piyesi yazmak ve tertip etmekte kendisini bastırmışlardır. Gördüğüm eserlerle tabiilik ve seyirciyi kavramak hususunda mukayese kabul edecek ne sahne muharriri, ne de aktör tasavvur etmiyorum. Köylüye öğretelim derken onlardan birçok şeyleri öğrenmeye muhtaç olduğumuzu keşfedeceğiz." (Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi, 18 Kasım 1936, aktaran Fay Kırby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, s 135.)   NEDEN YENİ KUŞAK? Köy Enstitüleri'nin kuruluşun üzerinden 71, resmen kapatılışının üzerinden de 57 yıl geçti. Ülkemizin değişine koşulları, bilim ve teknik alanında o günden bu yana yaşanan değişimler nedeniyle yeni bir bakış açısıyla ele alınmaları gerekmektedir. Köy Enstitüleri'nin kurulduğu ve yaşama geçtiği 1930'lu, 1940'lı yılların Türkiyesi ile günümüz Türkiyesi birbirinden çok farklıdır. O dönem Türkiye nüfusunun %80'e yakını köylerde yaşamaktadır; köylü, dönem koşulları ve döneme damgasını vuran düşünceler gereği ülkenin ekonomik ve kültürel yaşamına katılması gereken bir çoğunluktur. Kimilerine göre kurtarılması, elinden tutulması gereken bir kitle, kimilerine göreyse ülkeyi aydınlığa çıkaracak halk kültürünü yaşatan ve geleneklerimizi sımsıcak taşıyan devrimci bir kaynaktır. Bugünse nüfusumuzun büyük çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır. 1950'lerde başlayıp 1960'tan sonra hızlanan, 1980 sonrasının ekonomik politikaları ile de ülkenin tüm görüntüsüyle tersine çevrilmesini andıran göçlerle, köylü nüfusumuz kentleri çevreleyen varoşlara taşınmış, buralarda yeni ve en yaygın toplumsal öğe olarak kültürel varlığımızın göbeğini oluşturmuştur. Büyük şehirler çevresinde, dün gecekondularda, bugün aralarına güneş girmeyecek derecede kötü yapılaşmış apartman bozuntularında yaşayan on milyonlarca insanımız, büyük bir kültür kırılmasına uğramış bulunmaktadır. İletişim çağının, özellikle de televizyonların, tüketim toplumunun ve politik çalışmaların hedef alanıdır... Ülkemiz üzerinde geliştirilen birçok politik sembol, simge, bu alanda sınanmakta, benimsetilmekte, buradan hareketle kırsal alanlara doğru gönderilmektedir. Tüm dünyada edebiyat ve kültürümüzü "temsil" hakkını Nobel gibi kocaman bir ödülle kazanmış Orhan Pamuk, "İstanbul /Hatıralar ve Şehir" adlı yapıtında İstanbul'da tanığı olduğu değişik kültür grupları ve zümrelere ait düşüncelerini açıklarken Batılılaşma yanlılarının düşman gözüyle gördükleri bir kesimden söz eder... "Bizler kaybetmekte olduğumuz mallarımızı, mülklerimizi, ayrıcalık ve rahatlıklarımızı Batılılaşmış olduğumuz için hak ediyorsak pek çok manevi konuda (o zamanlar ne Mevlana'dan, ne tasavvufun inceliklerinden, ne de büyük Fars kültüründen haberdardım) şoförler ve aşçılar gibi düşünen ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapan bazı solcuların ‘hacıağa' dediği bu kişilerin zenginliği nasıl açıklanacaktı? (...) Yavaş yavaş din yerine, onunla sanıldığından çok daha az bir ilişkisi olan siyasal İslâm'ın ve askeri darbelerin dünyasına girip bu kitabın ahengini bozmaktan korkuyorum." (Orhan Pamuk, İstanbul/ Şehir ve Hatıralar, s 175.) Yaptığımız alıntıda sözü geçen "siyasal İslâm"ın dinle ve yazarımız Orhan Pamuk'la ilişkisinin arka planını şimdilik bir yana bırakalım. Orhan Pamuk'un "İstanbul/Şehir ve Hatıralar" yapıtında özel vurgu yapılmış "Batılılaşmacı seçkin yönetici - aşağılanan ve yönlendirilen halk" imgesel ikilemini paylaşan başka yazarlarımız, düşünürlerimiz de vardı. Köy Enstitülerini "faşist bir müessese" olarak niteleyen köşe yazarımız Engin Ardıç da kimi günlük yazılarında ondan esin almış olmalıdır: "1950 yılında iktidara gelecek olan Anadolu eşrafı ve tüccar da "mütegallibe" diye hor görülmekte ve aşağılanmaktadır öte yandan... Varsa yoksa bürokrasi üstün ve hakim olacaktır." (Engin Ardıç, 19 Eylül 2007, Akşam Gazetesi.) Engin Ardıç'ın esin kaynağı olarak gösterdiği Asım Karaömerlioğlu'nun "Orada Bir Köy Var Uzakta" adlı yapıtında bu imgesel kurulumla sıkça karşılaşırız. Orhan Pamuk'un Batılılaşma özentililer tarafından "hacıağa" olarak adlandırıldığını söylediği bu kesim, kullandığı dinî söylem ve geleneksel yaşam biçimi ile, halk kitlelerini yönlendirecek ve politika sahnesinde yedeğine alabilecek kolaylığı sağlamış durumdadır. Günümüz kültür eğitim çalışmalarının, hatta ekonomik ve politik yönelimlerin yöneleceği kitleler de bu alanda yer almaktadır. Büyük kentlerin ve varoş insanlarımızın ekmek kavgası ise gün geçtikçe insanlık dışı koşulların yaşandığı bir trajediye dönüşmektedir. Sendikalı ve sigortalı işçilerimizin sayısı 12 Eylül'den bu yana çok büyük düşüşler göstermiştir. Tuzla tersanelerinde yaşananlar hepimizin gözü önünde olup bitmektedir. Kent gerçekliğimiz, Tuzla'da arka arkaya yaşanan işçi ölümleriyle kendini göstermekle kalmamakta, başka alanlarda da acılı örnekler gözlenmektedir. 2008 Ocak ayının son günü yeni bir patlama haberi duymuştuk ekranlarımızda. Davutpaşa'da kaçak çalışan işyerlerinin bulunduğu bir yapıda patlama olmuş, olayda 20 kişi ölmüş, yetmiş kişi yaralanmıştı. Ölen ve yaralananların tamama yakını sigortasız, kaçak alıştırılan yoksul işçilerdi! Köy Enstitülerini kuran ve yaşama geçiren anlayış, gündelikçi emeğin insancıl koşullarda yaşamını sürdürebilmesi için de harekete geçmek zorundadır. Türkiye köyünün de eğitim sorunları bitmemiştir. Köy öğretmenlerine köyde yerleşmeleri için hiçbir özendirme yapılmamakta, köy okullarında görevli öğretmenler yakındaki kasaba ve kentlerden köylere gidip gelerek görevlerini sürdürmektedirler. Taşımalı eğitimin yaygınlaştırılması ile köyün öğretmensiz bırakılması daha da hızlandırılmıştır. Köylerimizde aydın insan olarak yalnızca imamlar bulunmakta, arka arkaya açılan medreseler, kuran kursları ile kırsal alanda dinsel esaslara dayalı bir yaşam biçiminin egemen olabilmesi için tüm olanaklar kullanılmaktadır. Halkın kutsal inançları politik istismara uğratılmaktadır. Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, kentlerimizi çevreleyen kardeşlerine kendi kültürleri içinde, tiyatrosuyla, müziğiyle, bilimcil alan araştırmalarıyla yeni bir uyanış, yenidendoğuş çabasının ışığını yakmaya çalışıyor, onları yeniden imeceye çağırıyor...   alperakcam@gmail.com   (Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şube Başkanı)