CUMHURİYET’İN KURUMLARI 85. YILINDA CUMHURİYET’İ KONUŞUYOR…
26 Temmuz 2008 tarihinde Taraf Gazetesi şöyle bir manşet atmıştı: “1923’te kuruldu, 2008’de arınıyor”… Arınan, ya da “arındırılan” kimdi? 
Cumhuriyetimiz…
Cumhuriyetimiz üzerine yapılan tartışmaların tarihi kendi varlığından, kuruluşundan daha eskidir diyebiliriz. Osmanlı çöküş döneminde başlayan Batılılaşma hareketlerinde, devleti ve saltanatı kurtarma çabalarında gözlenen tartışmalar, Cumhuriyet kuruluşundan sonra da değişik görünüşler ve içerikler kazanarak sürüp gitti. Bu tartışmaların, ülkemizin içinde bulunduğu toplumsal ve kültürel ortamdan olduğu kadar dünyada ve bizim coğrafyamız çevresinde yaşanan olaylardan da kaynaklandığını açıkça görebilmekteyiz. Cumhuriyet kuruluş dönemide eğitim ve kültürel politikaların tartışıldığı, deyim yerindeyse üretildiği Gazi Muallim Mektebi’nde ve daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nde belirli kanatların oluştuğunu ve tarihsel süreç içinde bu taraflardan birisinin olabildiğince Anadolu’ya özgün bir kültür ve eğitim politikasından yanayken diğerinin ya da diğerlerinin kimi emperyal güçlerle düşün ve eylem birliği içerisine girmiş olduklarını biliyoruz. Kimi zaman dönemin Milli Eğitim Bakanı ile yine aynı bakanın kurulmasına öncülük ettiği Talim Terbiye Kurulu arasında, kimi zaman dana sonra kurulmuş Kızılçullu ile Çifteler Köy Enstitüleri’nin uygulama biçimlerinde ortaya çıkmış, II. Dünya Savaşı bitiminden itibaren mahkeme salonlarına ve sokaklara taşınmış geçmişteki kimi tartışmalar, günümüzde Cumhuriyet üzerine yapılan tartışmalara da ışık tutuyor gibidir…
Biz bugün 90’lı yılların sonlarına doğru alevlenen ve 21. yy başlarına gelindiğinde neredeyse sistemli ve tek bir merkezden yönetiliyormuş havasını veren kimi eleştiriler üzerinde duracağız. Bu eleştiriler ışığında bir kez daha tarihimize dönüp bakacağız.  
90’lı yıllarla birlikte başka bir şeyler daha değişmeye başlamıştı. Ülkemizin yanıbaşındaki coğrafyalarda gerginlikler çoğalmış, çocukların üzerine bombalar yağdırılır olmuş, yaşlılar ve günahsız insanlar yüzbinleri bulan rakamlarla kana, şiddete ve ölüme doğru sürüklenmişti. Yanıbaşımızdaki coğrafyalarda boy gösteren, bizim ülkemiz içerisine de başka bir görünüş ve biçim altında sıçramaya çalışan şiddeti ve savaş çığlıklarını Cumhuriyet tarihimiz üzerine arka arkaya çıkmış makaleler, kitaplar izlemeye başlamıştı. Cumhuriyet tarihinin tartışıldığı kimi toplantılara adı büyük bir ülkenin gizli sevris görevlileri ve istasyon şefleri de katılıyordu. Bu kültürel eğilim, 21. yy.’ın başında bir tür yarışa, seferberliğe dönüşmüş gibiydi.   
Cumhuriyet tarihimize ilişkin bu eleştiriler, çoğunlukla, “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarını “tepeden inmeci” buluyor, kültürümüzde bir kırılma ve reddiye ile birlikte kendisini var ettiğini ileri sürüyordu. Eleştiri sahipleri arasında Nobel ödüllü yazarımızdan edebiyat dergilerinin saygın eleştirmenlerine kadar birçok ad yer alıyordu. 
Andığımız tarihsel kesitte başlayan eleştirilerin en son ve somut örneğini, ya da bir son hamlesini Şerif Mardin hocamızın açıklamalarında, televizyon konuşmalarında gördük. Bu son hamlede, dönem politikaları aynı zamanda “iyiden, güzelden, doğrudan” yoksun olarak tanımlanıyor, “imam ya da hoca öğretmeni yendi” savıyla tartışmayı başka bir boyuta taşımaya çalışıyordu.   
İşin ilginç yanlarından birisi de Cumhuriyet tarihi üzerine eleştiriler yağdırmak için birbiriyle yarış eden bu aydınlarımızın günümüz kültür eğitim politikaları üzerine hemen hiçbir sistemli eleştirilerinin olmayışı, günümüzü bir tür “dikensiz gül bahçesi” gibi görmeleri idi. 
“Erken Cumhuriyet Dönemi” üzerine getirilen eleştirilerin bir diğer özelliği de, bize aitmiş gibi görülmekle birlikte, kimi Batılı araştırmacıların gözlem ve değerlendirmeleri ile büyük koşutluk ve hatta özdeşlik göstermeleri idi. 
Değerli konuklar, sevgili öğrenciler, arkadaşlar…
Ülkemiz kültür ve eğitim politikaları üzerinde önemli anlayış ve kavrayış değişikliklerinin yaşandığı bu dönemden biraz daha geriye gittiğimizde, ilginç olayların yaşanmakta olduğunu görebiliriz. Bu anlamda 12 Eylül 1980 tarihi sonrasında tartışılacak idamları, işkenceleri, sayısı milyonu bulan gözaltıları, tutuklamaları ile olduğu kadar kültür ve eğitim politikalarında yapılan değişikliklerin de önemli bir dönüm noktası olarak görülmelidir. 
Yapıtının içeriğinde “iç eleştiriler” diyebileceğimiz, bizim aydınlarımıza ait eleştirilere kaynaklık etmiş gibi görünen Hollandalı Türkolog Erik Jan Zürcher’in “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı yapıtının tarihi gerçekliğe yakınlaşabilen çok az sayıdaki saptamasından birisi de, 12 Eylül darbesinden sonra Cumhuriyet arşivlerinin yok edilmesi idi. 
Zürcher’e göre, tek eşli evliliği yasalaştıran, kadınlara seçme ve seçilme hakkını veren, karma eğitimden yana politika uygulayan Mustafa Kemal, “aile hayatına müdahele” etmişti… Zürcher’in yapıtı 1995 ile 2006 arasında sayısı 2000 ile 4000 arasında değişen yirmi baskı yapmış, onbinlerce aydın adayına, üniversite öğrencisine “sivil tarihi kaynak” olarak önerilmişti. Cumhuriyet kuruluşunun canlı tanıklığını yapmış, Ankara Halkevi’nin kütüphane sorumluluğundan Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim görevliliğine kadar değişik kültür ve eğitim politikaları içinde etkin bir şekildre yer almış Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı yapıtı 2006 yılında baskı sayısını bilimediğimiz 10. baskıya ulaşabilmişti. 
Kültür tarihimizi, Hollandali Erik Jan Zürcher’den, Fransız Etienne Copeaux’dan öğreniyorduk…   “Kemalist Tarih Tezi”ni “darbeci” bir tez olarak bulan ve Balkanlar’daki “Osmanlı varlığının olağandan uzun sürmesi” (s 326), “Osmanlılar neredeyse Avrupa’dan tamamıyla püskürtülmüşken” (s 45) gibi değerlendirmelerle, birçok yerde soyut ve yanlı olduğu kanısı uyandıran bir yaklaşım sergileyen Fransız tarihçi Etienne Copeaux’un Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren tarih kitapları üzerinde yaptığı araştırma ilginç sonuçlar vermiştir... Copeaux’ya göre, 1931 yılında yazılmış tarih kitapları “sürpriz” bir şekilde “diğer gelişmelere karşı kapalı bir model oluşturmamakta” ve tamamı 500 sayfaya yaklaşan kitaplar içinde Türk tarihine ayrılmış bölüm yalnızca 78 sayfa olarak yer almaktadır. Copeaux, bu durumu tarih yazımcıların bir pasif direnişi olarak yorumlar! Oysa ki, o tarih kitapları, dönemin tarih çalışmalarını yürüten Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyelerinin kendilerince yazılmış ve denetlenmiştir (Doç. Dr. Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, s 287, 288.) 
Copeaux’un “Hegamonik” diye nitelendirdiği Kemalizm’in Hasan Âli Yücel’in önderlik ettiği “hümanist” döneminde ise Klasik Antikçağ’a, Türk tarihine göre on kat, İslâm tarihine göreyse üç kat fazla yer ayrılacaktır! (Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, s 117-119). Kemalizm’e yönelik kimi eleştirilerde, özellikle de Orhan Koçak ve Hasan Bülent Kahraman gibi aydınlarımızın değerlendirmelerinde “kendiliğinden gelişmelere açık” bulunmuş 70’li yıllarda kullanılmaya başlanacak tarih kitaplarına Türk-İslâm sentezci bir anlayış egemen olacaktır. 1976 tarihinde İbrahim Kafesoğlu’nun yazdığı tarih kitabına bir önsöz yazan Talim Terbiye Kurulu Başkanı Rıza Kardaş, amaçlarının eğitimi “milli bir hüviyete büründürmek” olduğunu söyleyecektir (Etienne Copeaux, agy, s. 117). Talim Terbiye Kurulu’nun başkanı, önceki dönemlerin eğitimini “milli” bulmamış olmalıdır. Copeaux’a göre, 1994 yılından sonra da tarih kitaplarının terazisi İslâm tarihinden yana eğilecektir (Etienne Copeaux, agy, s 119…) 
Değerli konuklar, saygıdeğer bilim adamları, sevgili öğrenciler…
85. kuruluş yılında, Cumhuriyet’in kurumları olarak, dönem koşullarını, kültür ve eğitim politikalarını nesnel olgular ışığında, çözümleyici bir bakışla ele alıyor, günümüze yeni bir bakış açısı kazandırmaya çalışıyoruz… 
Cumhuriyetin kültür ve eğitim politikalarını konuşurken, bu politikanın hangi dayanaklar üzerine kurulduğu ve “iyi, güzel, doğru”dan yoksun olup olmadığı konusundaki birçok bulguyu, II. Dünya Savaşı sonuna kadar politikaların ana odağı olarak görülebilecek, ABDli barış gönüllüsü Fay Kırby tarafından “Kemalizm’in tam kendisi” olarak değerlendirecek eğitmenler seferberliği ve Köy Enstitüleri girişiminde bulabilmekteyiz. 
Tam da bu noktada toplantıdın düzenleyicileri arasında bulunan Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin burada bulunma anlamı ortaya çıkmaktadır. Neden Köy Enstitüleri sorusunun yanıtında Köy Enstitüleri’nin ülkemiz toplumsal ve tarihsel koşullarına en uygun kültür ve eğitim politikalarını uygulamaya koymaya, kurucusu sayılan İsmail Hakkı Tonguç’un deyimiyle “Köyün Canlandırılması”nı sağlamaya çalışmış bir girişim olduğu, hatta ülkenin ekonomisinden politikasına, bayındırlığından ulaşımına birçok alanda görevli kılınmış olduğu ve etkileri bugünlere kadar ulaşmış önemli değişim ve yenileşmelere yol açmış olduğu gerçekliği vardır… Fay Kırby’nin diğer bir saptaması da, Fay Kırby’ye göre, İsmail Hakkı Tonguç’u 3 Ağustos 1935 tarihinde İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atanmasını sağlamış olan Saffet Arıkan’ın amacı, Bakanlık’tan politikayı dışlamaktır. (Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, s 108.) Neden Köy Enstitüleri sorusunun devamı “Neden Yeni Kuşak?” olmalıdır. Çünkü, Köy Enstitülerinin kurulduğu tarihlerdeki kır ve köy yapımız önemli nicel ve nitel değişimler göstermiştir. Artık nüfusumuzun %80’i köylerde oturmuyor; köylü zümremizin yapısında önemli ekonomik ve kültürel değişimler yaşanmıştır; ülkemizin külürel ve poılitik geleceğini etkileyen çalışmaların hedef kitlesi büyük şehirlerimiz ve özellikle de bu şehirlerimizi çevreleyen varoş alanlarıdır.  
Konuşmamın bu noktasında tarihi bilgilerimizi ilginç bir evlilik öyküsüyle bütünleştirmek istiyorum. 1951 yılında Türkiye’ye Balkan göçmenlerinin durumunu incelemek için gelmiş olan ve kimilerine göre CİA ajanı olarak değerlendirilmiş Fay Kırby, Köy Enstitüleri’ni gördükten sonra inceleme alanını değiştirmek istemiş, kendisini gönderen ABD yönetimi ile çıkan bazı sorunlar nedeniyle istediği incelemeyi yapabilmek için Kanada vatandaşlığına geçmiştir. Adını Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı yapıtıyla andığımız Niyazi Berkes İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu bir aydınımızdır. 1933 yılında Ankara Halkevi’ne kütüphane sorumlusu olarak atanmış ve burada çalıştığı dönemde Halkevi’ne müdür olarak gelmiş Cumhuriyet Eğitim Kültür Politikalarının önemli adlarından Nafi Atuf Kansu ve İstiklâl Mahkemesi başkanı, adından herkesin ürkerek söz ettiği Necib Ali (Küçüka) tarafından Cumhuriyet’in ideologu olmaya aday görülmüştür. Aynı Berkes 1945 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki görevinden bakanlık kararı ile uzaklaştırılacak, Danıştay’ın kararı iptal etmesi üzerine TBMM’den 5 Temmuz 1948 tarihinde özel bir yasa çıkarılarak Pertev Naili Boratav ve Behice Boran’la birlikte kürsüsü elinden alınacaktır. Ülkede kalırsa sonunun Sabahattin Ali gibi olacağı fısıldanan Berkes Kanada’ya yerleşecek ve Fay Kırby ile evlenecektir. 
Değerli konuklar, saygıdeğer bilim insanları, sevgili öğrenciler…
Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneğıi olarak Cumhuriyek kültür ve eğitim politikalarının bugüne kadar çok fazla üzerinde durulmamış bir yönüne, Köy Enstitüleri ile gün ışığına çıkmış Anadolu halk kültürü ile günümüz modern Türkiyesi’nin oluşumu arasındaki yarım kalmış Rönesans girişimi arasındaki ilişkiye dikkatinizi çekmek istiyoruz. Cumhuriyet’in iyiyi güzeli doğruyu nerede aradığı hangi temel üzerinde bir  “canlandırma” çabasının içinde olduğunun bilinmesi, geleceğimizin kültür politikalarının belirlenmesinde de yol gösterici olacaktır.      
Köy Enstitüleri’nin ilk aşaması Eğitmenler seferberliğidir. Enstitülerin temeli bu eğitmen kurslarında atılmış gibidir.  1935 Temmuzunda Eskişehir Mahmudiye’de eğitmen kursunu tamamlamış eğitmenler, 16.11.1936’a getirildikleri Ankara Halkevi’nde Aka Gündüz’ün Yarım Osman adlı oyunu ile kendi tasarladıkları Çoban adlı piyesi oynayacaklardır. Dönemin ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yalman ogün tanığı olduğu olayı şöyle aktarıyor: “Köy öğretmen namzetleri kendi oyunlarından evvel Akagündüz’ün Yarım Osman isimli iki perdelik bir oyununu oynadılar. Eğer kendi oyunlarını görmeseydim Akagündüz’ün oyununun köy hayatından alınmış iyi yazılmış, iyi oynanmış bir oyun olduğuna hükmedecektim. Akagündüz darılmasın ama, köylü dayılar köy piyesi yazmak ve tertip etmekte kendisini bastırmışlardır. Gördüğüm eserlerle tabiilik ve seyirciyi kavramak hususunda mukayese kabul edecek ne sahne muharriri, ne de aktör tasavvur etmiyorum. Köylüye öğretelim derken onlardan birçok şeyleri öğrenmeye muhtaç olduğumuzu keşfedeceğiz.” (Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi, 18 Kasım 1936, aktaran Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, s 135.)  
Dönemin kültür ve eğitim politikalarının halyka ve halk kültürüne bakışı böyle. Değerli konuklar, sevgili öğrenciler… Konumuzun boyutları çok geniş, tartışılacak çok şey var önümüzde. Geçmişimize yönelik değerlendirmelerde, gösterilen çabalara, dökülen terlere, çekilen sıkıntılara hakettiği değeri ve önemi vermek zorundayız. Geçmişimize hangi gözle bakarsak, gelecek de bizi o gözle yargılayacaktır.
Günümüz Türkiyesi’nin geçmişinde 8 saatlik dinlenme ve uyku süresinin dışındaki tüm gücünü taş kırarak, harç taşıylarak, inak sağarak, ekin biçerek, dünya klasiklerini özgürce okuyup ülke topraklarına uyacak yöntel ve bilgiyi kurmaya çalışan, ayda on lidaya yirmi liraya gecesini gündüzüne katmış eğitmen ve öğretmenlerin çocukları olduğumuzu unutmayalım. Almanya’da Nazi zulmünden kaçan bilim adamlarına 3 milletvekili aylığı vererek üniversitelerini kuran bir toplumuz… Tüm bu tarihi bilgiler ışığında günümüzü yargılamalı, geleceğimizi yapılandırmalıyız.
Saygılarımla…